“Deprem”, “Güvenli Yapı” ve inşaat sektörüyle ilgili değerlendirmelerde bulunan İnşaat Mühendisleri Odası Başkanı Cemal Gökçe, İstanbul’un 99 depremini yaşadığı günlerden daha güvenli olmadığını vurguluyor ve “Deprem yönetmeliğine uygun olduğu söylenen binlerce binadan şüpheliyim. Olası bir depremde onlar da sınanacak. Ayrıca İstanbul'da bir depreme hazırlanmaya çalışılırken beş afet riskiyle yüz yüze kalındı” ifadelerini kullanıyor...
RÖPORTAJA E-DERGİDE DE GÖZ ATMAK İÇİN: https://edergi.santiye.com.tr/380/30/
Şantiye: Deprem ve depreme karşı güvenli yapı üretimi konusunda Türkiye’nin sorunu nedir, nedir aşılamayan?..
Cemal Gökçe: Türkiye, yakın geçmişinde Varto, Erzincan, Van, Sakarya, Bingöl, Adana, Dinar, Gölcük ve Düzce depremleri gibi onlarca deprem yaşamış ve binlerce kayıp vermiş bir ülke. Depremle ilgili çok çok büyük tecrübeler edinmişiz; depremle tanışığız. Bingöl’ün Karlıova ilçesinden başlayan, ülkemizi doğudan batıya doğru geçen Kuzey Anadolu Fay Hattı ile yüz yüzeyiz. Bu hat yüz yıllardır deprem üretiyor ve üretmeye de devam edecek. Söz konusu hat dışında önemli ve aktif fay hatları da geçiyor ülke topraklarının altından. Ege devamlı sallanıyor. Fakat hata üstüne hata yapmakta da üzerimize yok... Mesela 99 depreminin öncesinde Adapazarı’na otomobil fabrikası yapılacağı zaman meslek insanları karşı çıkmıştı. Çünkü Adapazarı, adı üzerinde bir ada, toprak alüvyonlu. Burada fabrika kurulduğu zaman doğal olarak yerleşim yerleri ve nüfus da çoğalacak; ki öyle de oldu. Bölgedeki bayır ve yamaçlardaki yapılar depremde çok hasar görmedi ama alüvyonlu topraklara, tarım arazilerine mühendislik ilke ve kuralları dikkate alınmadan yapılan binalar göçtü. Dolayısıyla bilinen fay hatlarını kucağımıza alıp başka yerlere götüremeyeceğimize göre ömrümüzün geri kalanında da bu faylarla birlikte yaşamayı öğrenmeliyiz. Bu faylar sürekli olarak deprem üretecek; bu kaçınılmaz...
Ülkemizde bir alışkanlık var; sürekli olayların sonuçlarıyla ilgileniyoruz... Deprem olunca oluşturulan kriz masalarında göçük altında kalan insanların nasıl çıkartılacağı, evlerini terk eden insanların soğuktan zarar görmemesi, aç kalmaması, ihtiyaçlarının karşılanması üzerine çalışılıyor. Yani hep bilinen, beklenen sonuçlarla, kriz tarafıyla uğraşılıyor. Oysa bütün dünya bilir ki, bu bir sonuçtur... Deprem yaşanacaktır ve temel olan şey, bu olay yaşanmadan alınması gereken önlemlerdir. Depremi daha az zararla atlatmak, depreme dayanıklı yapı üretmek gibi öncesinde yapılacak çalışmalarla mümkündür. Yoksa moloz yığınları arasında kalan binlerce insanı çıkaramazsınız.
Geçen sene Kartal’da kendi kendine yıkılan bir apartmanın altında kalan insanlar bile çıkarılamadı. İki saat cankurtaran ulaşamadı, trafik kilitlendi. Sadece bir binanın enkazı bile beş günde ancak kaldırılabildi. Elazığ’da dört bina yıkıldı, sadece o dört binanın enkazını kaldırılması üç dört gün sürdü. Dolayısıyla temel kural, öncesinde tedbir alarak enkaz altında, yıkılacak bina altında insan bırakmamaktır. Her yere güvenli yapı, depreme dayanıklı yapı yapılmalıdır. Dolayısıyla Türkiye’nin bugün yaşadığı temel sorun, yapı stokunun depreme karşı dayanıklı olmamasıdır. Dayanıklı olsa deprem zarar vermez, can kaybı olmaz. Çünkü afet, bir olayın kendisi değil, doğurmuş olduğu sonuçlardır. Can kaybı olmazsa deprem, sel ve su baskını bir afet olmaz. Sonuçları insana zarar veriyorsa afet olur; yoksa yağmur da yağacak, sel ve deprem de olacak. Ama Türkiye’deki küçük sarsıntılar bile maalesef afete dönüşüyor.
Şantiye: Neredeyse tüm yapı stokunun problemli olduğu bir ülkede sorumlu kim peki sizce? Siyasiler mi, meslek sahipleri mi, kim? Konuşulan, sorunlu olduğu söylenen oran yüzde beş, on değil; neredeyse tüm binalarda sorun var...
Cemal Gökçe: Temel sorumlu doğal olarak ülkeyi yönetenlerdedir. Fakat onlar da bir deprem olduğunda, can kaybı yaşandığında herkesle beraber şikayet etmeye başlıyorlar. 1999’da çok ciddi bir deprem yaşandı. O günlerden bu yana yöneticiler hemen hemen aynı. Dolayısıyla yöneticiler sıradan yurttaşlarla birlikte oturup ağlayamazlar. Onların çözüm üretmesi gerekir. Sorumlu, canımızı ve malımızı koruması için emanet ettiğimiz, yurttaş olarak vergi verdiğimiz, o vergilerle de sağlıklı ve afetlere karşı güvenli kentlerin oluşmasını sağlayacak olan, verilen vergileri doğru yerlerde kullanması gereken yerel ve merkezi yönetimlerdir. Bu yönüyle açıktır ki, yönetimler olayları sıradan yurttaşlar gibi değerlendiremezler. Onlar işin temel öznesi ve muhatabıdırlar.
Kuzey Anadolu fay hattındaki bir depremde İstanbul’daki bina stokunun büyük problem yaşayacağı kesin. Bunun tartışılacak bir tarafı yok. Bu kapsamda İstanbul’u depreme hazırlamak için 1999 depremi sonrasında dönemin İstanbul valisinin 14 kişiden oluşturduğu İl Afet Merkez Kurulunda yer alıyordum. O kurulun belirlediği 496 toplanma alanının çok büyük bir çoğunluğu zaman içinde alışveriş merkezi veya gökdelene dönüştürüldü. Sadece 70’i kaldı. O kurulda, var olan yapı stokunun elden geçirilmesi, güçlendirilmesi, yeni yapılacak yapıların deprem güvenlikli inşa edilmesi gibi yirmi yılı, yirmi beş yılı kapsayan bir planlama yapılarak yapı stokunun güvenli hale getirilebileceği düşünülmüştü. Her yıl İstanbul’a iki, üç milyar dolar para ayırarak var olan yapı stoku deprem güvenlikli hale getirilebilirdi. Elli yıl içinde ortaya çıkan yapı stokunun kısa bir süre içinde depreme dayanıklı hale getirilmesi mümkün değil.
Bu nedenle son derece önemli yasalar çıkarıldı, yapı denetim kararnamesi yayınlandı. Mühendislik, mimarlık kararnameleri çıkarıldı. 2003 yılında İstanbul Belediyesi dört üniversitemize İstanbul Deprem Master Plan çalışması yaptırmıştı. Ben de bu çalışmaya İMO İstanbul Şube Başkanı olarak katılmıştım. 2004 yılında Bayındırlık ve İskan Bakanlığı ülkemizin en seçkin bilim insanlarının katıldığı uzun süreli bir komisyon çalışması yapmış, daha sonra da Deprem Şurası Genel Kurulu çalışmaları gerçekleştirmişti. Teorik olarak yapılan çalışmalar ve genel kurulda ortaya çıkan irade son derece önemliydi; onun altına bugün de imzamı atarım. 2009’da da Bayındırlık ve İskan Bakanlığı yine Kentleşme Şurası gerçekleştirmişti; onun sonuç bildirgesine de hala imzamı atarım. Ne yazık ki bugün İstanbul’da bulunan okul ve hastane binaları başta olmak üzere çok sayıda insanımızın çalıştığı iş yerleri ve endüstri tesisleri de deprem güvenlikli değil. Oysa ciddi bir bilgi birikimi ve kaynak var. Fakat ciddi bir siyasi irade eksikliği de var. Bir yanıyla siyasi irade yapı stokunun deprem güvenlikli olmasının dışında başka şeylerle uğraşıyor. Yapı stokunu depreme hazırlamanın yolu amasız, fakatsız ciddi bir iradeye sahip olmayı gerektirir.
Şantiye: Kentsel dönüşüm çalışmaları da bir çözüm olamadı değil mi?..
Cemal Gökçe: 2012 yılında, yapı stokunun deprem güvenlikli hale getirilmesi ile ilgili olarak bir yasa çıkarıldı; 6306 sayılı yasa... Ama bu yasayla başlayan süreçte rantı en yüksek olan yerler öne alındı. Dört katlı bina yıkıldı, altı katlı bina yapıldı; on daire yıkıldı, 15 daire yapıldı. Daire sayısı arttı, nüfus arttı, otomobil sayısı arttı. Aynı sokağa çok daha fazla insan ve araç yükü bindirildi. Dolayısıyla bugün yeşil alanların, su havzalarının yapılaşmaya açılmış olması ve az katlı binaların yıkılıp çok katlı yapılmış olması nedeniyle İstanbul, 99’dan daha güvenli durumda değildir. Boş alanlar, su havzaları ve orman alanları da yapılaşmaya açıldı. Yeni yapılan çok sayıda bina da yaşanacak deprem de sınanacak. İstanbul’u bir depreme hazırlayalım diye çalışıyorken bugün İstanbul beş afet riskiyle yüz yüze. Yapı stoku depreme hazırlıklı değil. Hava çok daha fazla kirli. Sel ve su baskınları oluyor. Isı adaları oluştu. Sosyal ve toplumsal sorunlar fazlalaştı.
Yüksek yapılar mühendislik yapılarıdır. Yer seçimlerinden projelerinin her detayına kadar her aşamalarında ciddiyetle denetlenmeleri gerekir. Yüksek yapıların son derece güvenli olması şarttır. Bunu söylerken utanıyorum ve siz de ürpereceksiniz ama Türkiye’de bu zamana kadar çok sayıda yüksek bina yapılmasına rağmen Yüksek Yapılar Yönetmenliği 1 Ocak 2019’da yürürlüğe girdi. Bu ülkenin o tarihe kadar bir yüksek yapılar yönetmeliği yoktu maalesef. Dolayısıyla böylesi bir ülkede bugün yapı stokumuzun 1999’dan daha güvenli durumda olduğunu söyleyemeyiz.
Yüksek yapı tabii ki yapılır fakat moda olarak yapılmaz. Bir ölçü vardır. Mesela gökdelenin gölgesinin komşu hiçbir binaya gelmemesi gerekir. Fakat İstanbul’da öyle bir yapılaşma var ki milyonlarca lira harcanıp alınan dairelerin havuzlarına saat 15.00’te karşı binanın gölgesi düşüyor. Binalar birbirlerinin güneşlerini engelliyorlar. Gölgesi, rüzgarı, oksijeni ve güneşi olmayan bir şehirde yaşıyoruz. Koca koca binalar yüzünden şehirlerimizde artık ısı adaları oluştu. İstanbul’un kuzeyi yapılaştığından kent artık kuzeyden gelen rüzgarı ve havayı alamıyor. Beton ve asfalt yoğunluğu kentteki hava sıcaklığını yükseltiyor.
Deprem çok konuşuluyor ama sel ve su baskını da İstanbul için ciddi bir risk. Her yer beton olduğundan yağan yağmur içine girecek toprak bulamıyor. Toprak bulamayan su betonların üzerinden akarak çukur yerlerde toplanıyor ve su baskınlarına neden oluyor. Bunu çok sık yaşamaya başladık. 2009 yılındaki Ayamama Deresi’nde yaşananları unutmak mümkün değil.31 insanımızı kaybetmiştik. Dere yatağına bile bile o kadar bina yapılırsa, yaşanan sonuçlara şaşırmamak gerekir.
Kentsel dönüşüm yeni toplumsal ve sosyal durumlar da ortaya çıkardı. Romanların Karagümrük’ten Küçükçekmece’ye gönderilmeleri gibi başarısız dönüşümler yaşandı ve insanlar geri döndüler. Oysa kentsel dönüşümün amacı, insanları oturmuş oldukları yerlerde iskan etmektir; onları komşularından ayırmamaktır. Komşulardan ayırırsanız başka bir sosyal problem yaratırsınız.
Tüm bu sorunlar İstanbul’un 1999 yılından daha güvenli bir kent olmadığını ortaya koyuyor. Yirmi sene geçti, okullarımız bile güvenli değil. Betonarme yapılar da kullanılan betonlar geçirimli olduğu için yağmurdan ve nemden etkileniyor. Beton su alıyor, demir paslanıyor, paslandıkça üzerindeki kabuğu itiyor, pas büyüyor, dolayısıyla var olan taşıyıcı sistemin taşıma gücü zayıflıyor. Başta kamu yapıları olmak üzere mutlaka bir envanter çıkarılarak güçlendirilmesi gerekenler güçlendirilmeli, yıkılıp yeniden yapılması gerekenlerde bir an önce yapılmalı.
Şantiye: İnşaat sektöründe teknoloji yeterli düzeyde kullanılıyor mu? Neden diğer sektörler gibi kendini teknolojik anlamda fazla güncelleyemiyor?
Cemal Gökçe: Dünyada inşaat mühendisliği alanında yeni bilgi ve teknolojiler üretiliyor. Fakat bu gelişmeleri Türkiye’de fazla göremiyoruz. Çünkü ülkede mühendislik ve mimarlık hizmetlerinin yapılmasıyla ilgili denetim mekanizması yeterli değil. İhtiyaç yokken en ücra bölgelere bile yeterli öğretim üyesi olmayan inşaat mühendisliği fakülteleri açıldı, açılıyor. İnşaat mühendisliği, tıp ve hukuk ile birlikte insanların can ve mal güvenliğiyle ilgili evrensel üç temel meslekten biridir. Dolayısıyla bu üç alanda her yere fakülte açılmaması lazım. Açılan yerlerde öğretim kadrolarının yetkin ve sayılarının yeterli olması lazımdır. Ama bunlar Türkiye’de dikkate alınan unsurlar değil. Okullar ticarileşti.
Ülke olarak Ar-Ge politikamız da yok. Avrupa’daki bir otomobil fabrikası Ar-Ge’ye yılda 15 milyar Euro ayırıyor. Kamu sektörüyle, özel sektörüyle ve üniversiteleriyle tüm Türkiye’nin ayırabildiği ise 6 milyar. Yani bir otomobil firmasının yarısı kadar Ar-Ge’ye para ayrılamıyor. Ar-Ge’nin olmadığı bir ülkenin inşaat sektöründe BIM kullanılmaması da çok anormal olmasa gerek. Ciddi bir teknoloji ve eğitim problemimiz olduğu gerçek. Tüm teknolojiyi dışarıdan alıyor, kopya ediyoruz. Taklitten ziyade yeni bilgileri üretebiliyor olmamız lazım. Ülkemizde bilim bilgi ve teknoloji üretiminden daha çok, kazanılan paranın artırılmasına yönelik bir yaklaşım hakim. Teknolojik gelişmelere paralel kamu kurumları, üniversiteler ve özel sektör kesinlikle işbirliği yapmalı. Ama yeni teknolojiler yaratmak için öncelikle var olan bilgilerin doğru kullanılması şart. Biz onu yapamıyoruz. Var olan bilgiler doğru kullanılırsa o bilgilerden hareketle yeni bilgive teknolojiler üretilebilir.
Şantiye: İnşaat sektöründeki durgunlukla ilgili yorumlarınız nelerdir?
Cemal Gökçe: Türkiye ekonomisindeki krizin temel nedenlerinden birisi, belki de birincisi inşaat sektörüne yönelik yapılmış olan doğru olmayan yatırımlardır. İnşaat sektörü önemli bir sektördür ve Türkiye’nin üç temel sektöründen birisidir. Ama inşaat sektörü üretici değil, tüketici bir sektördür. Dolayısıyla sektör politikasının ihtiyaç temelli olarak yürütülmesi lazım. Ne kadar ihtiyaç varsa o kadar okul yapılması lazım; ne kadar ihtiyaç varsa, o kadar baraj yapılması lazım; ne kadar ihtiyaç varsa, o kadar demiryolu yapılması lazım; ne kadar ihtiyaç varsa o kadar havaalanı yapılması lazım. Açıkçası altyapı ve üst yapılar ihtiyaç temelli olmalıdır. Ama Türkiye’de yapılan uygulamalar bunlar değil.
Dünyadaki ülkeler tarım sektöründen sağladıkları geliri sanayiye aktararak sürekli üretimi hakim kılıyorlar. Yani bir ülkede üretim yoksa o ülkenin kalkınabilme şansı yoktur. Dolayısıyla Türkiye ekonomisi uzunca bir süredir böyle. Ben inşaat mühendisiyim; benim köprüye, yola karşı olmam mümkün mü? Bunlar olmazsa biz nerede çalışacağız? Ama ihtiyaç neyse onlar yapılmalıdır diyoruz. Dünyanın hiçbir yerinde yılda 65 milyon yolcuyu ağırlayan bir havalimanı kapatılmaz.
Tarım geliri üretime aktarılarak ülkeler gelişir. Oysa biz inşaat sektörüne yönelerek ülke ekonomisini ve geleceği sıkıntıya soktuk. İnşaat sektörü ihtiyaç temelli olarak düşünülmeli. Her yere, dağa taşa inşaat yapılırsa birçok firma iflas eder. Dolayısıyla inşaat sektörü bugün Türkiye’nin krize girmesinin en büyük nedenlerinden biridir. Öngörülmeden, zannedildi ki yüzbinlerce daire kolaylıkla satılacak. Ama öyle olmadı maalesef. İşsizlik oranı oldukça yükseldi, insanlar işsiz ve geleceğe güvenleri yoksa daire de almıyor, alamıyor. Bankalar ödenemeyen krediler yüzünden el koydukları daireler yüzünden şu anda en büyük emlakçı oldular. Bir sürü insan perişan. Dolayısıyla bugün inşaat sektörü ciddi bir krizdedir; Türkiye ekonomisinin krize girmesinin önemli nedenlerinden birisi de inşaat sektörüdür.
Mart 2020