Süleyman Akım... “Mekanik Tasarım”ın önde gelen isimlerinden... Bir Makine Mühendisi olarak uzmanlık alanı sürdürülebilir ve enerji verimli sistemler... Fakat Akım’ın ilgi alanı bunlarla sınırlı değil; o aynı zamanda müzisyen ve ayrıca düşünen, kafa yoran bir insan. Bu anlamda filozof bir yönünün olduğunu da söylemek yanlış olmaz. Yaşamış, görmüş, geçirmiş derler ya; öyle...
Akım, “Mucit” babasının elektrik atölyesinde gemi jeneratörü sardığı yıllardan Açıkhava Tiyatrosu ve gazinolarda gitarist olarak sahneye çıktığı günlere, makine mühendisi olma hayali kurduğu öğrencilik yıllarından “termodinamiği öğrendiğim yer” dediği HABAŞ yıllarına, Cengiz Bektaş’ın yanında “aydınlandığı” dönemlerden Datça günlerine, mühendislik hayatını en çok etkileyen kişi olarak andığı Niyazi Hatipoğlu’yla olan birlikteliğinden bütünleşik tasarım ve sürdürülebilirlikle ilgili yürüttüğü çalışmalara kadar birçok ayrıntıyı Şantiye® okurlarıyla paylaştı...
“Zonguldak’ta tanınan bir ailenin üçüncü erkek çocuğu olarak dünyaya gelmişim... Babam, bobinaj işleri yapan, kaynak makinaları üreten, endüstriyel konularda uzman, ama en önemlisi işine tutkuyla bağlı araştırmacı bir elektrik ustasıydı. Mucit bir tarafı vardı. Çeşitli HES ve TES enerji santrallarının kuruluşunda hizmetleri olmuş bir teknik adamdı. Esas olarak elektrikle ilgilenmesine, Yavuz Zırhlısında askerlik yapması sebep olmuş. Gemide şahit olduğu ileri Alman teknolojisi onu çok etkilemiş. Hem sistem ve ekipmanlar üzerinde yoğun olarak çalışmış hem de uzmanlığını artırmak için Zırhlı’nın kitaplığından yararlanmış ve bayağı kitap karıştırmış...”
“Ağabeylerim gibi benim de çocukluğum babamın elektrik atölyesinde, kendisine yardım ederek ve teknik hikayeler dinleyerek geçmişti. Kaynak makinesi gibi imalatların yanında gemi jeneratörü sardığımızı bile hatırlıyorum. Hatta bir keresinde bant bulamamıştık da tuhafiyeciden alınan renkli kurdele bantlarıyla bandaj yapmıştık. Her faz ayrı bir renkte olmuştu. Kendi oyuncaklarımızı atölyede, ahşaptan veya bulduğumuz materyallerden yapardık...”
Horozumla İstanbul...
“Ağabeylerim üniversitede okumak için Zonguldak’tan ayrılmak zorunda kalınca 1967’de ailece İstanbul’a göçme kararı alınmıştı. Zaten babam da Zonguldak’taki göze çarpan işlerinden, özellikle ürettiği otomatik televizyon regülatörü nedeniyle arkadaşları tarafından İstanbul’a davet ediliyordu. Ben ortaokul birinci sınıftaydım. Neticede, babamın kuluçka makinası deneyleri sırasında ürettiği civcivlerden biri olan horozumla birlikte ailece İstanbul’a yerleşmiştik...”
Makine mühendisi olma hayali kuruyordum
“Bomonti’de kurulan, babamın, ismini Akım Elektrik koyduğu şirketiyle bölgedeki fabrikalar ve cam sanayi ile ilgili birçok projenin hem bakım hem de ilave tesis kurulumlarının elektrik uygulama işlerinde çalışıyorduk. O zamanlar ilaç fabrikalarının çoğu bu bölgeydi ve Anadol arabalarının şasisi de burada yapılıyordu. Biz de yine bir taraftan eğitimimize devam ediyor bir taraftan da atölyede ufak işler yapıyorduk. Yavuz ağabeyim elektrik, Halil ağabeyim kimya mühendisliği okuyordu; ben de makina mühendisi olma hayali kuruyordum...”
Bobin sarıyor ve otomatik kontrol sistemleri üzerine yoğunlaşıyordum
“Ağabeylerim üniversiteye gece devam ettiklerinden yine beraber çalışıyorduk. Ben yine bobin sarıyordum, tesisatlara gidiyordum ama esas önemlisi uzaktan kumanda denilen otomatik kontrol sistemleri üzerine yoğunlaşıyordum. Ganz marka yağlı şalterler vardı. Kontakların arklarını söndürmek için yağ içinde çalışırdı şalterler. Oradan kuru tip kontaktörlere geçince sistem hem küçüldü hem verim arttı, işin kumandası kolaylaştı. Babam, o şalterleri değiştirmek, bağlantıları yenilemek gibi dönüşüm işlerini alıyordu. O süreçte de otomasyon konusunda bana çok güveniyordu. Çizdiği şemayı fabrikalarda ben uyguluyordum ve panoları yapıyordum. Babam devamlı araştırmalar yapardı. Geceleri çok uyumazdı, sürekli çizerdi. Sistem şemaları çizerdi; fabrikalarda neyi iyileştireceğine çalışırdı...”
Sıramızı beklerdik
“İstanbul’a yeni gelmemize rağmen maddi sıkıntı çektiğimizi de söyleyemem. Zonguldak’tan ufak tefek kira gelirlerimiz vardı ve babam da yaptığı işleri zaten pek ucuza yapmazdı. Diğer taraftan çalışanları onun için öncelikliydi. Bayramlarda onlara elbiseler diktirilir, harçlıklar verilirdi. Biz kendi çocukları olaraksa sıramızı beklemek zorundaydık. Öncelik onlardı... Bize, ‘Önce çalışma arkadaşlarımızın karnı doyacak; siz onların sayesinde okuyorsunuz’ derdi...”
Açıkhava’da konsere çıktığımızda bile...
“Çağlayan Ortaokulu’nun ardından devam ettiğim ve ilk mezunlarından olduğum Kuştepe Lisesi’nde değerli hocalarımız vardı ve kurduğumuz okul orkestrası için bize bayağı yardım etmişlerdi. Lise 1’e başladığımızda koca okulda sadece biz vardık, dolayısıyla biraz ayrıcalığımız da oluyordu. Okul orkestrası kuracağımızı söylediğimizde öğretmenlerimiz bize bir oda tahsis etmişlerdi fakat alet konusu maalesef sorunluydu. Açıkhava Tiyatrosu’nda konsere çıkığımızda bile elektrogitarı bir askeri okuldan temin edebilmiştik. O orkestradaki arkadaşlardan rahmetli Orhan (Solak Orhan) Erkin Koray’ın birçok albümünde yer almıştı...”
Üniversite yıllarımda profesyonel olarak gitarist olarak çalışıyordum
“Müzik demişken... İlkokul 2. sınıfta Halil ağabeyimin mandolini ile başlayan, İstanbul’a gelince de gitara evrimleşen müzik uğraşım hayatımda hep çok önemli bir yer işgal etmiştir. Üniversite yıllarında profesyonel gitarist olarak çalışmaya başlamıştım. Orduevi, düğün salonları, gazinolarda sahne alıyordum. Hatta orduevinde çalışmaya başladığımızda haftada 11 iş falan almaya başlamıştık. Bu arada Folifon adıyla kurulan müzik okulunda Emin Fındıkoğlu ve Onno Tunç’tan Armoni, Aranje, Emprevizyon dersleri almıştım. Ayrıca sevgili dostum Kamil Özler her zaman bana çok destek olmuştu. Berklee kitaplarını da çok zor şartlarda getirterek müzik bilgimi artırmaya çalışmıştım...”
Davul zurnalı düğünü ilk defa İstanbul’da gördüm
“İlk elektrogitarımı, ağabeylerim harçlıklarını biriktirerek almışlardı. Onun öncesinde de akustik gitarım vardı. Bir sanayi şehri olan Zonguldak’ta o dönem orkestraların konserleri olurdu. Dönemin birçok sanayi şehri gibi yüzü batıya dönüktü. Düğünlerde bile orkestralar sahneye çıkardı. Gelin ve damat düğün marşıyla karşılanırdı. Ben davul zurnalı düğünleri İstanbul’da gördüm desem yeridir...”
Mühendislik okurken atölyede geçirdiğim yıllar birçok avantaj sağladı
“Kuştepe Lisesi’nin ardından makina mühendisliğine girebilmek için 2 yıl üniversite puanı tutturmaya uğraşmıştım. Başka bölümlere puanım tutmasına rağmen ısrarla makina mühendisliği istiyordum. Üçüncü yılda, 1974’te, Eskişehir Mühendislik Akademisi’ne girdim. Bir yıl orada okuduktan sonra İstanbul’a, sonradan Yıldız Teknik Üniversitesi’ne bağlanan Galatasaray Mühendislik Okulu’na yatay geçişle geldim. Mühendislik okurken, bütün çocukluğumun, gençlik yıllarımın atölyede, sanayi içinde geçmiş olması bana birçok avantaj sağlamıştı. Hatta elektroteknik dersi için laboratuvara gittiğimizde hiçbir şey çalışmamıştı ve onları ben tamir etmiştim. Hoca da çok şaşırmıştı, hatta asistanlık bile teklif etmişti...”
Hem işçileri hem patronları yakından tanıma fırsatım oluyordu
“Üniversiteye gittiğim yetmişli yılların ortaları siyasi olayların yoğun yaşandığı bir dönemdi. Okulun bahçesine atılan molotof kokteyl camları indirir, tamir edilen camlar bir hafta sonra atılan molotof kokteyller yüzünden bir daha kırılırdı. Okul baskınları nedeniyle derslere giremediğimiz de çok olurdu tabii... Ben ise ortalarda duran birisiydim. Çünkü hem emekçileri, işçileri ve çalışanları hem patronları yakından tanıma fırsatım oluyordu. Babam patron gibi algılanabilir ama aslen atölyede bir emekçiydi, hep alın teri akıttı. O dönem Karl Marks’ı da okurdum, 9 Işık Doktrini’ni de. Artısıyla eksisiyle söz konusu tezleri öğrenmeye çalışırdım.
İlk proje ofisim: Akım Makina Mühendislik ve Eskişehir...
“Üniversiteden 1979’da mezun oldum. İş müracaatlarım isteğim gibi sonuçlanmayınca, ilk proje ofisim Akım Makina Mühendislik’i açtım. Proje işi müzikteki aranjörlüğe benzer. Var olan sistemleri bir ‘armoni içinde’ bir araya getirip insanların hizmetine sunmak. Tasarım tam bana göre bir işti ama çok deneyim gerektirdiğinin farkındaydım. İlk işlerim ruhsat projeleri oldu. Daha bir sene geçmeden bölgedeki (Şişli) birçok ruhsat projesini almıştım. Kompresörlerin her yıl yenilenen ruhsata ihtiyacı vardır ve bir makine mühendisinin imzası, projesi ve testi istenir. Bu tarz işler yapıyordum ama kafamdaki projecilik işi değildi tabii bu. Belki çevrem bu iş için uygun değildi; ki zaten herkes beni aile işimizden dolayı elektrikçi olarak biliyordu. O dönemde (1980) sahnede tanıdığım ve 1990’a kadar evli kaldığımız, sanatçı Jale Öz ile hayatımızı birleştirme kararı almıştık. Zamanında çocuk şarkıcı olarak ün kazanmış, fotoromanlarda oynamıştı. O evliliğimden bir oğlum ve bir kızım var. Dolayısıyla yeni de evli olduğumdan daha ciddi bir arayışa girmiş ve Eskişehir’de HABAŞ’ın Osmaneli tesislerinde işe başlamıştım. Maaşı fena değildi ve lojman da vermişlerdi...”
Termodinamiği HABAŞ’ta öğrendim
“Termodinamiği HABAŞ’ta öğrendiğimi net olarak söyleyebilirim. Orada, okulda kitaplarda gördüğümüz termodinamiği bire bir deneyimleme şansı ediniyordum. Bir mühendis olarak oksijeni sıvı olarak görmek, azotu sıvı olarak görmek önemli şeylerdi. Mevcut işletmenin yanına Fransızlar bir tesis daha kuruyordu. O şantiyede de Fransızlarla çalışma deneyimi ediniyordum. Askerliğe kadar iki buçuk sene orada çalıştım. Şantiye bitti, sonra işletmesinde vardiya amiri olarak görev aldım. Ama giderek sıkılmaya başladığımı da hissediyordum. Biraz özgürlüğüme düşkünümdür, fabrikada bir makinenin parçası olmak pek hoşuma gitmiyordu...”
“Antalya’da yaptığım kısa dönem askerlikten sonra havuz konusunda duayen olan Sami Bölükbaşı’nın ofisinde bazı projelerde çalışmıştım. Arabistan’da bir at yetiştirme harası projesi, ki Riyad’da çok önemli bir projeydi o dönem için...”
Aydınlanıyordum
“Bir taraftan tekrar elektrik uygulama işleri yapmaya başlamıştım. Özbekler Tekkesi’nin restorasyonunun elektrik uygulama işlerini ağabeyim almıştı. Ben de oradaki işlerin yönetimini (1982) üstlenmiştim. Süre çok sınırlıydı. Tarihi bir eser olan Özbekler Tekkesi’nde, fikir dünyamda çok önemli değişikliklere sebep olacak Mimar Cengiz Bektaş’ı tanıma şansım olmuştu. Cengiz Bektaş projenin başındaydı. Şantiyede cuma toplantılarında Türkan Saylan, Aziz Nesin, Niyazi Sayın, Emin Barın, Doğan Kuban, Önder Küçükerman gibi önemli insanların sohbetlerini dinleme imkanı buluyordum. O kısacık dönemde aydınlanmaya uğramıştım sanki. Mimarlık ve yapı sanatları çok ilgimi çekmişti. O zamana kadar mühendisçe(!) baktığım hayatın başka boyutlarını da fark etmeye başlamıştım. Orada tanıdığım mimarlar Ziya, Nadir, Cahit, Güler, İnşaat Mühendisi Agah, hepsi benim için önemli arkadaşlardı...”
Kültür bombardımanı yaşıyordum
“Cengiz ağabey Özbekler Tekkesi işi bitince Kuzguncuk’taki ofiste birlikte çalışmayı teklif ettiğinde dünyalar benim olmuştu. O dönemki, yani 1983’teki bir büyük hediye de sevgili kızım Özge’nin dünyaya gelişiydi. 1983 müthiş bir yıldı. Ofisteki çalışma ortamında Mimar Sinan araştırmaları, Azra Erhat’ın mavi yolculuk kayıtlarının yazıya aktarılması gibi işler rutin proje işlerinin yanı sıra yürütülüyordu. Ben de enerjiyi etkin kullanma konusundaki araştırmaları yapma görevini yüklenmiştim. Ayrıca yürüyen mimari projelerin, mekanik elektrik tesisatı koordinasyonunu sağlamaya çalışıyordum. O günlerde, ilginçtir, mimarlaşmaya başladığımı hissediyordum. Bir de üstüne bu insanlarla mavi yolculuk deneyimi... Doğa, tarih mitoloji... Kültür bombardımanı yaşıyordum. Afrodisyas, Hiyarapolis Alabanda Asos gezileri...”
Cengiz Bektaş’a çok şey borçluyum
“Kuzguncuk’ta, Cengiz Bektaş’ın ofisinde bambaşka bir dünyanın içindeydim. Mesela Ramazan’da çıkmaz sokakta Hacivat Karagöz oynatıyorduk. Çan Kulesini boyuyorduk; sokaklara çakıllar diziyorduk, çocuklara panayırlar yaptırıyorduk. Yaz okulu açtık, müzik dersi verdim... Heykeltıraşlar, ressamlar toplanmaya, tiyatro yazarları gelmeye başlamıştı. Tam bir kültür mahallesi olmuştu Kuzguncuk. Zaten Cengiz Bektaş’ın yanında çalışan, bugünün ünlü mimarları Nevzat Sayın, Gökhan Avcıoğlu da oralarda ofisler açtılar sonradan... Öyle bir camia içinde düşünsenize benim halimi. Bir mühendis için bambaşka bir dünyaydı. Ofisin bulunduğu Kuzguncuk’taki mahalle bilincini yaşatmak için yapılan faaliyetleri de hiç unutamam. Ayrıca biriktirilen paralarla her sene ofis olarak bir mavi yolculuk yapılırdı ve her gece birisi bir uzmanlık konusu anlatırdı. Bu mitoloji, eski yerleşimler, mimari olabilirdi. Bana da bir keresinde müzik verilmişti. Ben de kuantum, titreşim gibi kavramlarla müziğin fiziğini anlatmaya çalışmıştım. O yolculuk da benim için bir kültür bombardımanı olurdu. Dolayısıyla önce elektrik konusunda öğrettikleri nedeniyle babama, sonra da farklı bir bakış açısı kazandırdığı için Cengiz Bektaş’a çok şey borçluyum...”
Fotoğraf: Süleyman Akım, Cengiz Bektaş ve Yavuz Akım
Datça...
“Bektaş Mimarlık’ta Datça’daki bir projeye gidip gelirken o projede şantiyede çalışmak durumunda kalmıştım. Yaklaşık üç yılım Datça’da geçmişti. Taş yapılar, güneş, rüzgar, pissu arıtma, tarihe ve doğaya saygı... Bu saydıklarımın hepsi teker teker bir mühendis için bir rüya alemiydi. Şu anda yaptığımız projelere bile o zamanki deneyimlerimi aktarmaya çalışıyorum...”
Mühendislik hayatımı en çok etkileyen kişi: Niyazi Hatipoğlu
“1984 yılında güneş enerjisini araştırırken mühendislik hayatımı en çok etkileyecek kişiyle tanışmıştım: Niyazi Hatipoğlu... Enerji konularında yaptığı araştırmalar ve danışmanlık hizmetleriyle Türkiye’de birçok sistemin ilk defa uygulanmasına vesile olan çok değerli bir insandı. İlk ‘deniz kaynaklı ısı pompası’, Deniz Harp Okulu’nda uygulanıyordu onu tanıdığımda. Hatta güneş destekliydi, fakat uygulanmadı. Deniz kaynaklı ısı pompası ve daha sonra trijenerasyon sistemiyle taçlandırılacak olan mekanik sistemleri Klasis Otel için tasarlıyordu. Hatta enerjinin kullanımından tasarruf için su tanklarına enerji depolanıyordu. Isıtma ya da soğutma ihtiyacının en fazla olduğu saatlerde bu tankların depoladığı ısı, sistemi takviye ediyordu. Bu sayede ısı pompası daha küçük kapasitede seçilerek enerjiden tasarruf sağlıyordu. Deniz kaynağı havaya göre çok daha kararlı olduğu ve ısıtma sezonunda defrost ihtiyacı olamadığı için sistem çok ekonomik çalışıyordu. Kışın soğuk tarafı denizde ısıtmak yerine sonradan mimariye ilave edilen buz pisti bedavadan soğutuluyordu. Bütün bu çalışmalar, bana mühendisliğin sadece klasik sistemlerden oluşmadığını, alternatif kaynaklarla birlikte sistemin verimliliğinin nasıl düşünülmesi gerektiğini öğretiyordu. Ve ondan sonra bütün projelere o gözle bakmaya başlamıştım...”
Rusya’da ağabeyimle ofis açmıştık
“1986-1995 yılları arasında, yani Datça’dan dönünce, Yavuz ağabeyimle birlikte on yıldan fazla bir zaman ortak olarak mekanik ve elektrik projelerine birlikte imza attık. O elektrik projeleri yapıyor ben mekanik tesisatla ilgileniyordum. Şimdilerde MEP denilen projeler yürütüyorduk. Tabii ikimizin çevresi birleşince işler de büyüdü. Mesela Fatih Sultan Mehmet Köprüsü, Bahçeşehir gibi önemli projelere dahil olduk. Büyüyen ekiple birlikte Rusya’da da projelere girdik. 1994 yılında Rusya’da ofis açtık. Fakat Rusya için çok erken bir dönemdi. Devlet ‘şu tiyatroyu onaracaksın veya şu fabrikayı yapacaksınız’ diyor, enstitüler projeleri çiziyor, belediye işçi ve ekipmanı veriyor ve iş yapılıyordu. Yani işveren de devlet, projeyi yapan da devletti aslında. Dolayısıyla konulara ve özel sektör süreçlerine tam hakim olamadıkları için aynı dili konuşamıyorduk. Sonuçta zarar ettik ve Türkiye’ye dönmek zorunda kaldık. Fakat ülkede de 1994’te ciddi bir ekonomik kriz yaşandığından çok fazla dayanamadık, iflas ettik ve ağabeyimle yolları ayırmak zorunda kaldık...”
Evlilik ve Akım Mühendislik
“O dönemde, 1993 yılında tanıştığım Uçak Mühendisi Fatma (Akım) ile hem ev hem iş hayatımızı birleştirerek yeni bir döneme girmiştik. Fatma ile birlikte Akım Mühendislik olarak sadece mekanik tesisat projelerine odaklanarak çalışmalarımıza devam ettik. Aynı yıllarda oğlumuz Erdem de aramıza katıldı. Fatma ile el ele verip zor günlerin üstesinden gelmeyi başardık. Müteşekkir olduğumu burada bir kez daha söylemek isterim... Hala birlikte mühendislikten keyif aldığımız işler yapmaya devam ediyoruz. 99 yılında tasarımını yaptığımız 40 villadan oluşan bir projedeki toprak kaynaklı ısı pompası, yapılan ilk uygulamalardandı. 2008 yılında İTÜ’de dizayn edilen, ancak uygulanmayan Ekoyapı projesi sırasında Yeşil Bina kavramı ile tanışmıştık. O ana kadar yapmaya çalıştığımız enerjiyi az kullanan, doğaya saygılı bina tasarımının derecelendirilip sertifika verildiğini görmüştük ve bu amaçla kurulan ÇEDBİK (Çevre Dostu Yeşil Binalar Derneği)’ne üye olmuştuk...”
Bütünleşik tasarım ve sürdürülebilirlik konusunda farkındalık yaratmaya çalışıyoruz
“TTMD, ÇEDBİK gibi derneklerdeki çalışmalarımızla sosyal sorumluluklarımızı yerine getirmeye çalışıyoruz. Solar Dekatlon gibi uluslararası bir yarışmada mentörlük yaparak, gençlere bütünleşik tasarım ve sürdürülebilirlik konusunda sosyal farkındalık yaratmaya gayret ediyoruz. Ofisimizde dijitalleşmeye hep önem verdik ve çalışma arkadaşlarımızın yararlanmasına, kendilerini geliştirmelerine çalıştık. Dolayısıyla meslekte dijitalleşme konusunda da öncü olduğumuzu düşünüyorum. Ayrıca yürüttüğümüz projelerin hepsinin kendi içinde özel projeler olduğunu söyleyebilirim. Akım Mühendislik olarak her projede yeni bir şey yapmaya çalışıyoruz. Eşim Fatma Akım’ın uçak mühendisi olması çok büyük bir avantaj yaratıyor bize. Mesela Hamoğlu’nun tuğla fabrikasına bir baca gazı arıtma ünitesi yapmıştık. Baca içindeki havanın türbülanslarını bile hesaplayarak projelendirmiştik. Medine’de bir kampüs projesinde hem ısı pompaları hem trijenerasyon sistemi hem de faz değiştiren maddelere enerji yükleyip enerji tasarrufu, evaporatif soğutmaların kullanılması gibi konuları projemize dahil etmiştik. Faz değiştiren maddelerin tesisatta kullanımı uygulaması henüz yapılmamıştı Türkiye’de. 100 metreküplük bir tank içine özel kimyasallar doldurularak 3-4 megavatt’lık enerjiyi orada depolamak ve gün içinde birkaç saat enerjiyi oradan kullanmak ciddi bir ekonomi sağlıyor. Medine’de kullanılan sistemler gördüğümüz kadarıyla hep hava soğutmalı. Biz su soğutmalı kullandık. Çünkü sıcaklık çok yüksek ama nem çok düşük. Evoporatif soğutma da çok kullanılmıyordu ama iklim buna çok uygun olduğu için bütün sistemi evaporatif soğutma ile destekledik. Dolayısıyla soğutma için harcanan enerji İstanbul’dan daha az oldu. Fas’ta da yine benzer bir proje yaptık, o da Solar Dekatlon yarışmasıydı. Fas’taki iklim kuru ve sıcak. Çöl iklimi gibi bir yerde evoporatif soğutma çok verimli olduğu için avlulu yapı tasarımıyla birlikte evoporatif soğutma kullandık. Hava kaynaklı ısı pompasını evoporatif soğutma ile destekleyip enerji tasarruf ettirdik. Yüzde 30’a yakın enerji tasarrufu sağlandı...”
İklimlendirme konusunda çok gerideyiz
“İklimlendirme konusunda insanlık aslında çok geride. Yapacak o kadar çok şey var ki. Doğal imkanlar varsa, sonuna kadar kullanmak gerektiğine inanıyorum. Mesela Sırbistan’daki bir konser salonu projesi yarışmasında birinci olduk. Alttan geçen bir kanal vardı. Ondan nasıl faydalanacağımızı düşünmüştük. Akustik konusunda tesisat sesinin rahatsız etmemesinin yollarını aramıştık. Cengiz Bektaş’ın sayesinde mimarlıkla, yapı malzemeleriyle birlikte düşünmeyi alışkanlık haline getirmiştim. Bu günlerde İstanbul’daki bir Kolej’de öğrenci dersliklerinden oluşan ahşap bir bina tasarlıyoruz. Türkiye’de ilk defa en ileri düzeyde yeşil bina sertifikasyonu alınacak. İçinde 75 öğrenci bulunacak. Her tarafında inovatif davranışlar gerekiyor. Pis su konusunda ne tür çözümler yaratılacak, atık ne yapılacak, geri kazanılabilecek mi gibi konularla uğraşıyoruz. Bu nZEB (Neredeyse Sıfır Enerjili Bina) değil; artı enerji ve artı su bir bina olacak. Tabi bu tip projelerde bütünleşik tasarım kavramı önem kazanıyor. Statikçi de, elektrikçi de, uygulamacı da, tasarımcı da, işveren de, müteahhit de çok önemli. Aynı dili konuşmak, aynı yöne bakmak gerekiyor...”
Tesisatsız iklimlendirme...
“İklimlendirme mimariden başlamalı. Mesela bina, gölge faktörleri, yapı bileşenleri, binanın ısı tutuculuğu düşünülüp, doğru tasarlanmazsa, ısıtma, soğutmada harcayacağınız enerji çok fazla olacaktır. Biz mümkün olduğu kadar ‘tesisatsız iklimlendirme çözmek’ istiyoruz. Önemli ve öncelikli olan yapının kendisini kullanmaktır. İnsan bedeni buna çok iyi bir örnek. Muhteşem bir yapısı var. Ne kürkü var ne başka bir şey... Basit ve sade. Ama fonksiyonlara bakın, işleve bakın. İşte, insan bedeni gibi düşünmek lazım...”
Tuvaleti kullanmasını bile tam olarak bilmiyoruz
“Pis su arıtma konusunda de emekleme çağındayız. Daha tuvaleti kullanmayı bilmiyoruz. Mesela kuru kompost yapılması konusunda, yani atığı sıvı ve katı diye başından ayırabilirsek arıtması çok kolay olur. Çünkü katı olan atık hemen talaşla karıştırılıp gübre olarak kullanılabiliyor. İdrar da ayrı toplanır, ona da ayrı muamele edilirse, yosun üretiminde, mikro alglerin gelişiminde çok faydalı. Mikro algleri de ister kompost yapıp ister biyokütle elde edilmesi, isterse de protein yapma konusunda özellikle hayvancılıkta önümüzde bir seçenek gibi duruyor. Ama bunlar bizim hep halının altına süpürdüğümüz konular. Tabu olarak baktığımız konular yüzünden aslında tuvalet kullanmasını bile tam olarak bilmiyoruz...”
Var olan binaların iyileştirilmesinin yolları araştırılmalı
“Elde ne varsa, doğa ne veriyorsa onu kullanmak önemli... Bir şeyi alırken önce bunun çevreye ne kadar zarar verdiğini düşünmemiz gerekiyor. İhtiyaç olmayan şeyin üretilmemesi lazım. İhtiyacımız olmayan bir bina da yapılmamalı. Var olan binaların iyileştirilmesinin yolları araştırılmalı. Almanya’daki Solar Dekatlon’un teması da oydu. 50’li, 60’lı yıllarda yapılmış yapı bloklarının daha işlevsel ve verimli hale dönüştürülmesinin yolları araştırılıyor. Bina nasıl ekolojik hale getirilebilir, nasıl enerjiyi daha etkin kullanılabilir gibi konular irdeleniyor. Almanlar bizden fakir olduğu için mi bunları yapıyor? Bizde ise bir an önce yıkıp yeniden yapma telaşı. Önce bir yıkalım da sonrası kolay... Molozu nereye dökeceğimizin, çevreye ne kadar zarar verilebileceğinin hesabı yok. Bütün ekonomi yık ve yeniden yap üzerine kurulu. Bu bilinçsiz tüketimin önü bir an önce alınmalı...”
BIM... Beni bir yönüyle de korkutmuyor değil...
“Projelerin multidisipliner yöntemlerle çözülmesi şart. Her şey baştan konuşulmalı, tartışılmalı ve belirlenmeli. Projeler daha hayata geçmeden, emlakçı dahil tüm tarafların masada olması gerektiğine inanıyorum. Proje bittikten sonra gelen istekler en büyük mimarlık ofislerini bile sıkıntılara sokuyor. Oda sayısını azaltıp artırmak, ıslak hacimlerin yerlerini değiştirmek hep zincirleme problemlere neden olan şeyler. Dolayısıyla en baştan tüm tarafların içinde yer aldığı bir sürecin yönetilmesi herkes için faydalı olur. Multidisipliner bir süreçte de BIM gibi platformlar oldukça güçlü çözümler sunuyor. Bina inşa edilmeden dijital bir model elde etmiş oluyorsunuz. Maket gibi değil, neredeyse basbayağı çalışan bir bina. Digital ikiz. Enerji verimliliği anlamında da ciddi katkısı oluyor. Analizler baştan doğru yapıldığı ve ürünler baştan doğru seçildiği için gereksiz harcamalardan kurtarıyor. Bu da sürdürülebilir bir yapı ve çevre için gerekli. Binayı bitirmeden sonuçlarını görmeye başlamak ciddi bir avantaj. BIM’in işletme aşamasında da çok önemi var. Yıllar sonra bir tesisat değiştirilirken böyle bir platformdan yararlanılabiliyor. Çünkü her şey kayıt altında. Bina yıkılırken bile nasıl söküleceği, hurdaya gidecek olanların nasıl ayrılacağı programa işlenebiliyor. BIM gibi teknolojilerin katkıları inanılmaz büyük. Fakat bir yönüyle beni korkutmuyor da değil... Mesela bu teknolojiler sayesinde inşaatlar hızlanırsa, çok çabuk ürerse dünyaya nasıl bir zarar vermiş olacaklar? İhtiyaç olmayan bir şeyin seri üretimi nelere yol açar, nelere mal olur?..”
Şantiyelerdeki ekibin de çok duyarlı olması lazım
“Şantiyeler, doğum yeridir, projenin elle tutulur hale geldiği yerdir. Dolayısıyla oradaki ekibin de çok iyi olması lazım. Hem tasarımdaki düşünceleri, unsurları anlayacak hem de eliyle onları uygulayabilecek bir kapasiteden bahsediyorum. Ben şantiyelerde kontrollük yapmayı çok sevmiyorum. Yaptığım işi ‘koruyucu hekimlik’ olarak görüyorum. ‘Bu olmamış, sök’ dediğimde onun sorumluluğunu ben de yüklenmiş oluyorum. Oradaki ustaya ‘Yeniden yap’ derken kendimi de suçlu hissediyorum. Halbuki koruyucu hekim gibi olmalıyım. Şantiyedekilerin ne yapacaklarsa bana bir hafta önceden shop drawing göndermelerini istiyorum; ki ben de düşüneyim. Yapılacak şey tutmadıysa birlikte çözmek gerek. Ama şantiyedeki arkadaşımız kafasına göre çözerse, belki benim aklımdaki farklı bir unsuru atlamış olacak ve her şey yeniden yapılmak zorunda kalınacak. Hiç birimizin bunu yapmaya hakkı yok. Kimsenin dünyaya fazla tüketerek zarar vermeye hakkı yok. Dolayısıyla koruyucu hekimlik kavramı daha hoşuma gidiyor. Görevimiz pusuya düşürüp avlamak değil...”
Her şeyin şantiyede yapılması gerekmiyor
“Diğer taraftan artık her şeyin şantiyede yapılması gerekmiyor. Mesela biz Solar Dekatlon yarışması için mutfağı, banyoyu ve mekanik odayı bir atölyede yaptırıp, konteynırla göndererek yarışmaya taşıdık. Orada ne seramiğin örülmesiyle uğraşıldı ne tesisatla. Şantiyelerde mümkün olduğu kadar az adam bulunmalı. Yapıların bazı kısımları atölyelerde yapılıp yapım sahasına gönderilebilir...”
İnsan bir mantara hakkıyla bakabilse düşüncesi değişebilir
“İnsanoğlu, doğanın bir parçası. Doğa, bize ait bir şey değil; biz ona aitiz... Bitki ve hayvanlardan daha fazla bir hakka sahip değiliz. İnsan, zeki ve akıllı olduğunu iddia ediyor ama küçümseyerek baktığı mantarın yapabildiklerine hakkıyla, layıkıyla bir göz atabilse düşüncesi değişebilir. İnsan, diğer varlıklara kıyasla ne kendini gördüğü kadar zeki ne de becerikli... Biz sadece kendimizi bir şey zannediyoruz. Dünya da bir canlı ve nefes alıyor; bir dolaşım sistemi var... Ve biz onun üzerinde yaşayan bir asalak gibi davranıyoruz. İhtiyacımız olmayanı alıyoruz, haddinden fazla tüketiyoruz, ısı adaları oluşturuyoruz, yollar geçiriyoruz, diğer canlılar arasındaki ilişkileri koparıyoruz, biyolojik dengeyi bozuyoruz... Giderek de artıyor insanoğlunun bu ihtirası. Bu kadarına gerek var mı?.. Bence yok...”
Artık “Yuva”ya bir “Mal” gözüyle bakılıyor
“Cengiz Bektaş’ın ‘Yuva mı Mal mı’ adlı kitabını çok severim... Orada bir sorundan bahseder... Eskilerin ‘Yuva’ gibi bir tanımla kutsadığı evlere bile artık mal gözüyle bakıldığını vurgular. Biraz daha para kazanılırsa hemen terkedilecek, bir üst mahalleye taşınılacak, geçici, değersiz bir varlık, mal... Oturulan evde torunların da büyütüleceği düşünülmez. Temel sorun bence bu... Bu kapsamda eve bir ‘yuva’ gözüyle bakınca başka şeyler de önemli olmaya başlıyor. Tükettiğin enerji, komşuların, mahallen, çevren, çevreye verdiğin rahatsızlık, bu konuların hepsine farklı bir gözle bakıyorsun. ‘Mahalleli’ olma bilinci belki de sürdürülebilir olmanın birinci koşulu. Enerjiye çok kolay ulaştığımız için faturasını ödediğimizde, gerçek faturayı, yani doğaya, çevreye olan borcumuzu ödeyebiliyor muyuz?..”
Yapıda malzeme çok önemli
“Bir yapıda malzeme çok önemli... Eskiler doğrusunu yapıyorlarmış. Çünkü, enerji kıt, malzeme kıt, ulaşım zor dolayısıyla orman bölgesiyse ahşap kullanılıyor, kayalık bir yerdeyse taş kullanılıyor, hiçbir şey yoksa toprak, kerpiç kullanılıyordu. Bugünlerde ise ciddi araştırmaların yapılması gerekiyor. Beton enerji verimli, ekolojik bir yapıya uygun mu, geri dönüştürülebilir mi, dönüşünce neye dönüşür, üretilirken ne kadar karbon salıyor, sahaya getirirken ne kadar enerji tüketiliyor? O kadar çok değişken ve araştırılması gereken sorun var ki...”
Ateş henüz bulunmadı
“İnsanoğlu henüz yanmanın ne olduğunu bile bilmiyor. Ateş tam anlamıyla bulunmuş değil. Kibrit yaklaşık 1400 derece ısı veriyor. Reaksiyonu karbonla oksijenin birleşmesi. Bizse aldığımız nefesle hücrelerimizde 37,5 derecede çözüyoruz. Karbonun yanmasını da bu düşük sıcaklıklarda çözebilirsek, ancak o zaman ateşi bulduğumuzu söyleyebiliriz...”
Şehirli olmayı beceremedik
“Büyük şehirlere göçün getirdiği sıkıntılar yaşanıyor. İnsanlar keşke bulundukları yerde, köylerinde mutlu olsalar, karınları doysa, çocuklarının okuma imkanı olsa... Öyle bir imkanları olsa niye gelsinler büyük şehre. Fırsatlar şehri olarak anılan İstanbul’a büyük bir yığılma var. Ufacık bir alan üzerine bu kadar insanın yığılması bence mantıklı değil. Şehirli olmayı da beceremedik. Köyünde olsa mesela amcası görecek diye kendini daha kontrol altında tutarken şehirlerde böyle bir kontrol mekanizması da olmadığından her şey daha da gevşiyor...”
Göçebelik genetiğimize işlemiş
“Avrupa’da meydanlar insanların ortak kullanabildikleri, kimsenin çöp atmadığı, kendi malıymış gibi korudukları yerlerdir. Bizde ise göçebelik biraz genetiğimize işlediğinden ve nasıl olsa göçüp gitmeyi düşündüğümüzden bulunduğumuz yeri sahiplenemiyoruz. Muhtarımızı bile tanımayız aslında. Belki önce bir muhtarımızı tanımak gerek, sonra devlet yönetiminin kademelerindeki insanlara bakabiliriz. Kendi mahallemizi, sokağımızı bile sahiplenmeden doğru çözümlere ulaşılamaz bence. Herkes evini süpürüp, kapısının önüne koymayı temizlik zannediyor. İçeriyi temizleyip halıyı alt komşusunun üzerine silkeliyor...”
Emin Fındıkoğlu, Onno Tunç, Neşet Ruacan, Cezmi Başeğmez ve Fatih Erkoç...
“Benim birkaç aydınlanma dönemim vardır ve bunlardan biri de müzikle ilgilidir. Gar Gazinosu’nda sahneye çıkarken bir gün müzisyen arkadaşlardan biriyle, biraz çevremizi genişletmek, dil öğrenmek amacıyla gittiğimiz Galata Kulesindeki bir caz kulüpte karşılaştığım ortam beni oldukça etkilemişti. Sahnede, klavyede Emin Fındıkoğlu, basta Onno Tunç, gitarda Neşet Ruacan, davulda Cezmi Başeğmez ve trombonda Fatih Erkoç vardı. Öyle bir müzik çalıyorlardı ki... Bizim yaptığımız başka, bu insanların yaptığı müzik bir başkaydı. Onları canlı dinleyinceye kadar müziği bildiğimi zannediyordum. Sonrasında peşlerine düşüp, ders vermelerini, öğretmelerini istemiştim. Caz, çünkü usta ve çırak ilişkisi gerektiriyordu. Dinleyerek olacak bir şey değildi. O süreçte Emin Hocayla samimi olduk. Bu kapsamda, üniversite son sınıftayken (1978) Onno Tunç, Emin Fındıkoğlu ve Ali Kocatepe’nin de ortak olarak açtıkları Polifon isimli dershaneye kaydolmuştum. Fakat daha ilk derste müzik hakkında ne biliyorsam neredeyse hepsi bitmişti. Aranjörlük, emprovizasyon, ritim ve armoni konularında çok farklı şeyler öğrenmiştim onlardan...”
Ritim...
“Müziğin temeli aslında ritim... İçinde hissetmek de kolay. Kalp atışı, nefes alış, gece-gündüz ve mevsimler, hep bir ritim aslında. Bir ritim içerisinde yaşıyoruz. Müzikte de ne yaparsanız yapın, ritmi aksatırsanız her şey biter. Ritmi hissetmeniz lazım. Konuşmak da aslında müziğin ritmik versiyonlarından birisi. Bir ritim içerisinde konuşuruz. Hayatımız hep o ritimler içindedir ve o ritim kalıpları içinde yaşıyoruz. Melodi bunun biraz frekanslarını değiştirerek elde ettiğimiz başka bir şey ama temelde bir ritmin üzerine konuşuyoruz, sadece frekanslarla renklendiriyoruz...”
Evren çok büyük bir senfoni
“Müziğe son zamanlarda daha çok kafa yormaya başladım. Nedir ve ne anlama gelir müzik?.. Gerçekten karnımızı doyuran bir şey de değil, fakat bu hayati önemi nereden geliyor?.. Aslında insanları öyle bir araya getiriyor ve bağlıyor ki aynen bir çimento gibi. Bütün dinler de kullanmışlar. Hayatımızın hep içinde; ritüellerde, cenaze törenlerinde, doğum günlerinde, marşlarda, askeri törenlerde, okullarda... İnsanları bir araya getiren bir şey. Hayatımızın o kadar içinde ki... Armoniyi konuşacak olsak, içinden çıkması zor... Tam bir kuantum konusu. Einstein da ‘Evren kuarklardan oluşuyor’ diyor. Yani madde diye bir şey yok, her şey titreşimden ibaret. Madde, bizim gördüğümüz. Ama aslında her şey enerji. Müziği nasıl anlatırsınız ki? Işık da bir titreşim, ses de... Biz de titreşimden oluşuyorsak evren de çok büyük bir senfoni anlamına geliyor...”
Her şey titreşim
“Zaman geçtikçe, müzik ve mühendisliğin de birbirine ne kadar yakın olduğunu anlamaya başladım. 2000 yıl önce Pitagoras okulunda matematik, astronomi ile birlikte müzik eğitimi verilmesi, Vitruvius’un mimarların mutlaka müzik öğrenmesi gerektiğini kitabında yazması boşuna değilmiş. Pisagor’un demircilerin demir döverken çıkardığı sesleri matematik modellemesi bugün bile müzik aletleri yapımında kullanılıyor. Müzikte her şey aslında matematikle ifade ediliyor. Notalar, belirli frekanslara verilen isimlerdir. Metronom, saniye cinsinden hız ifadesi, nabız veya solunum sayımız gibi. Ritim, periyodik hareket formülü saat ve takvim gibi. Armoni ise kuantum fiziğini anlatmak için en güzel somut örnek. Kısacası ‘evrende her şey titreşimdir’... Einstein çok haklı bana göre...”
Alzheimers ve Grup Merdivenaltı
“Mühendislik ve müzik, bu yolu çok seviyorum. Belirli bir hedefi olmasa da bu yolda yürümek çok hoşuma gidiyor. Alzheimers, 50 yıldan beri tanığım arkadaşlarım Nizam, Mustafa, bazen Kamil Hoca ile bir araya gelip müzik yapıp, güzel vakit geçirdiğimiz gruba verdiğimiz isim. Birkaç yıl önce MMO da Tesisata Bir Ömür Verenler konuşmasından sonra çalmıştık. Ayrıca, ofiste birlikte çalıştığımız İsmail, Umutcan ve Solar Dekatlon ekibinden Mimar Aslı ile birlikte sahnede olmak çok keyifliydi. O gece müzikle uğraşan tesisat mühendisleri, Şinasi, Tuncay, Okan, Aziz ve Devrim’in katılımı ile mühendislik ve müziğin yakınlığını ispatlamış olmuştuk... Onkolog doktorlardan kurulu Grup Merdivenaltı isimli bir müzik grubum daha var. 2002 yılından beri kanser kongrelerinde konserler veriyoruz. Pandemi döneminde aksamış olsa da gönül beraberliğimiz devam ediyor. Hayatımda iyi ki varlar...”
Gece dalışlarını severim
“Denizi ve şnorkelle dalmayı severim. Su altı hoşuma gider. Zamanında 10 metreye kadar rahat iniyordum. Özellikle gece dalışlarından hoşlanırım. Hem korkutucu hem de insanın ne kadar aciz olduğuna şahit olurum. Düşünsenize, kıyıdan uzakta, sahilin ışıklarını görüyorsunuz ve denizde, kapkaranlık içinde yapayalnızsınız. O duyguyu yaşadığınızda insanın aslında ne kadar aciz bir varlık olduğunu, tek başına bir hiç olduğunu anlıyorsunuz...”
Dünyanın en zengin insanıyım
“Üç çocuğum var. İkisi ilk evliliğimden. Yıllarca müzisyenlik yapan büyük oğlum Bodrum’a yerleşti ve restoran, kamping gibi işlerle ilgilendiği kendi işletmesi var. Kızım ise avukat. İkinci eşimden olan en küçük oğlum ise yeni mezun bir makine mühendisi. O da Amerika’ya gitme hazırlığı yapıyor. Bence dünyanın en iyi gitarlarına sahibim ve en zengin insanıyım. İyi bir ailem, çocuklarım, dostlarım ve sevdiğim bir işim var. Ne yapacağım daha fazlasını?.. Derdim, 10’dan fazla gitarımdan hangisini çalacağım... 10 tane evim olsaydı, 100 tane ayakkabım olsaydı, bin tane giyeceğim olsaydı ne kadar mutsuz olurdum kim bilir? Bence çok şeye sahip olmak değil mutluluğu getiren... Ayrıca çok şanslıyım, çok özel insanlar tanıdım. Onlardan öğrendiklerimi gençlere aktararak, onlara olan borcumu ödemeye çalışıyorum.”
5 Aralık 2022
Türkiye'nin en ESKİ ve en çok ZİYARET EDİLEN şantiyesi: ŞANTİYE®...
İnşaata dair "KAYDADEĞER" ne varsa... 1988'den bu yana...
Şantiye®nin ürettiği, derlediği ve yayınladığı içeriklerde öncelik “KAMUSAL YARAR”dır...
Ve yayınlanan içeriğin “ÖZEL” olmasına özen gösterilir...
BASILI DERGİ + E-DERGİ + SANTİYE.COM.TR + SOSYAL MEDYA + DİJİTAL PLATFORMLAR...
İnşaat sektörünün buluşma noktası Şantiye®, “Güven”i temsil eden “Basılı bir Yayın” olma özelliğinin yanı sıra yenilenen web sitesi, Turkcell Dergilik ve Türk Telekom E-Dergi gibi mobil uygulamalardaki varlığı, 42 bin E-Bülten abonesi ve 85 bin sosyal medya takipçisi-bağlantısıyla inşaat sektörünün en önemli iletişim platformlarından biri olmaya her ortamda devam ediyor... 1988'den bu yana...
Şantiye® ayrıca yapı sektörüne "Şantiye'nin Yıldızı Ödülü", "Yılın Yeşil Yapı Malzemesi / Teknolojisi Ödülü" ve "Şantiyeden Kareler Fotoğraf Yarışması" gibi farklı organizasyonlarla da katkı sunuyor.
Şantiye®nin son sayısı da dahil 1988 yılından bugüne kadar yayınlanan TÜM SAYILARINA E-Dergi olarak göz atmak için lütfen tıklayın...
Şantiye®, başta ABONELERİ olmak üzere 2020-2024 yıllarında ilan veren firmalar ABS Yapı, Akyapı, Alumil, Anadolu Motor (Honda), Alkur, Ak-İzo, Altensis, Arbiogaz, Aremas, Arfen, Assan Panel, Asteknik, Atos, Batıçim, Baumit, Betek, Betonblock, Borusan CAT, Bosch Termoteknik, Bostik, BTM, Buderus, Bureau Veritas, Çimsa, Çuhadaroğlu, Çukurova Isı, Duyar Vana, DYO, Efectis ERA, Ekomaxi, Elkon, Emülzer, Eryap, Filli Boya, Fixa, Fullboard, Form Endüstri Ürünleri, Form Endüstri Tesisleri, Form MHI (Mitsubishi Heavy Industries) Klima, Garanti Leasing, GF Hakan Plastik, Gökçe Brülör, Grundfos, Hilti, IQ Alüminyum (by Deceuninck), İNKA, İntek, İpragaz, İstanbul Teknik, İzocam, İzoser, Kalekim, Knauf, Knauf Insulation, Komatsu, Köster, Kuzu Grup, LG, Marubeni, Masdaf, Master Builders Solutions, MBI Braas, Meiller Kipper (Doğuş Otomotiv), Messe Frankfurt, Messe München/Agora Tur., Mekon, Mitsubishi Chemical, Nalburdayim.com, NETCAD, ODE, Ökotek, Özler Kalıp, Özpor, Panasonic, PERI, Pimakina, Polyfibers, Polyfin, Prometeon, Ravago, Rehau, Saint Gobain Türkiye, Saray Alüminyum, Schüco, Selena (Tytan), Sentez Mekanik, Serge Ferrari, Shell, Siemens, Sistem İnşaat, Soudal, Sika, Şişecam, Temsa, TMS, Tekno Yapı, Türk Ytong, Tremco illbruck, Vaillant, Vekon, Wermut, Wilo ve Xylem’in değerli katkılarıyla hazırlanmaktadır.
ABONE OLMAK İÇİN
Bir yıllık abonelik bedelimiz olan 1200 TL (6 Sayı, KDV Dahil)'yi TR70 0001 0008 5291 9602 1550 01 IBAN no’lu hesabımıza (Ekosistem Medya) yatırıp; ardından dekontu, açık adresinizi ve fatura bilgilerinizi (şahıs ise TC kimlik no; firma ise vergi dairesi-numarası) santiye@santiye.com.tr adresine e-posta veya 0532 516 03 29 no’lu telefona WhatsApp / SMS aracılığıyla ulaştırabilirsiniz.