Akasya Kent, Koru ve Göl etapları, Nidapark Küçükyalı, JODP Westin-Sheraton Otelleri, Ataköy Seapearl, Bosphorus City, Bursa Modern ve Albaraka Türk Genel Müdürlüğü gibi özellikle büyük ölçekli projelere imza atan Evrenol Architects Kurucu Ortağı Mehpare Evrenol, dayısının Fındıklı’daki evinin cumbasında, dirseklerini cama dayayıp, ellerinde cetveller, bellerinde uzun çiçekli basma eteklerle gelip geçen neşeli Akademi kızlarını seyre daldığı yıllardan Türkiyeli bir kadın mimar olarak MIPIM’de kırmızı halıda yürüdüğü günlere kadar birçok anısını okurlarımızla paylaşıyor.
RÖPORTAJIN FARKLI GÖRSELLERLE TAMAMINA ŞUBAT 2021 (385.) SAYIMIZDAN ULAŞABİLİRSİNİZ... E-Dergi için tıklayın
“İzmirliyim... Balkan göçmeni bir aileye mensup olan babam Mehmet Öktem, 50’li yıllarda, kaptanlığını da yapmış olduğu Göztepe Spor Kulübü’nde oynayan milli bir futbolcuydu. Köprülüzade olan annemse oldukça güçlü, vizyoner ve Atatürk ilkeleriyle yetişmiş bir işkadınıydı. Formasyonumda her ikisinin de farklı ve çok derin izleri vardır...”
“Ben ufakken babam, ruhunu besleyen ve çok sevdiği futbolu bırakmak zorunda kalmış; ve iş gerekçesiyle ailecek Ankara’ya yerleşmişiz... Babamın, ileriki yıllarda Futbol Federasyonu’nda görevler almasına rağmen zamansız olarak, büyük bir tutkuyla bağlandığı futbolu bırakmış olması beni çok etkilemiştir. O acıyı adeta gözlerinde hissederdim. Bu olay nedeniyle hep tutkuyla yapacağım bir mesleğin peşinde koşmuş ve tüm yakınlarıma bunu salık vermişimdir... Hatta büyük oğlumun üniversite 3. sınıfta ekonomi eğitimini bırakıp sıfırdan, tutkuyla sevdiği sinema eğitimi almaya başlamasına, hayalinin peşinden koşmasına, gönülden onay vermişliğim vardır. Ebeveynlerin pek tercih ettikleri bir şey değildir ama geçmiş tecrübelerim bana bunun daha doğru olduğunu göstermişti...”
“Annem, modern, çalışkan ve hırslı bir kadındı... Eğitim hayatım boyunca beni hep destekledi, ama zamansız bir kararı ile ben henüz beş yaşımdayken okula başlatmıştı. Yapabileceğime inanıyordu. Fakat, tüm ilkokul yıllarım boyunca resmen ızdırap çektiğimi söyleyebilirim. Yaşımın küçüklüğünden adapte olamıyordum ve derslerim iyi değildi...”
Trenle tek başıma İzmir’e giderdim
“Çocukluk yıllarım Ankara’da geçti. Ankara Koleji’nde eğitim görüyordum. Kırılgan, nazenin bir yapım vardı. Fakat on senenin ardından ailemin tekrar İzmir’e döndüğü sene, eğitimimi aksatmamak için Ankara Koleji’nde yatılı okuduğum orta ikinci sınıfta, o beceriksizlik ve kırılganlıklarım gitmiş, her işini kendi gören bir kız haline gelmiştim. Birdenbire büyüdüğüm o sene hayatımın dönüm noktalarından biridir... Hele o Ankara Garı’na gidip, yataklı trenden bilet alıp, tek başıma İzmir’e gidebiliyor olmak müthiş keyif verir, özgüven kazanmamı sağlardı. Bu olayın ileriki yıllarda, iki oğlumu yetiştirirken onları daha özgür bırakma, sakıncasız büyütme yönünde davranışlar sergilememe katkıları olmuştu...”
İyonik kolonların altında hayallere dalardım
“Ankara’nın o modernist yapısını, zengin kültürel ortamını çok severdim. Ankara’da yaşamak güzeldi... Çocuk tiyatroları, Ankara Operası’ndaki çocuk operetleri, bale gösterileri fazlasıyla ilgimi çeker ve beni kültürel olarak beslerdi. Modern bir havası vardı başkentin. Yazları ise tatil için İzmir ve çevresine gelirdik. Ege de ilgimi çekerdi. O yıllar Ege’de de önüme birdenbire müthiş kapılar açılmaya başlamıştı. Ailemin önerisiyle bölgedeki zengin antik şehirleri ve o şehirlerin gizemlerini, zenginliklerini keşfetmeye başlamıştım. Sağ olsunlar, neredeyse bölgedeki antik şehirlerin tümünü tek tek sabırla gezdirmişlerdi. İyonik kolonların altında oturup, 2000 yıl öncesiyle ilgili hayallere dalar, o yıllarda benim gibi bir kız çocuğunun mermerli yolda yürüyüp, iyonik kolonların altında oturduğunu ve kurduğu hayalleri, sevinçleri, hüzünlerini hissederdim...”
Gördüğüm yerlerin mesleğime ciddi yansımaları oldu
“O yolculuklar hem mimariye bir kapı açmış hem de mimarinin nasıl insan hayatını belirleyebildiğini, insan hayatına nasıl dokunduğunu ve aslında insan hayatıyla nasıl bir bütün olduğunu hissettiriyordu. Dolayısıyla çocukluğumun Ege yazları da muhteşemdi. Bu alışkanlığım, gezme, görme, geçmişin ayak izlerinde dolaşma tutkum, hayatımın ileriki dönemlerinde de sürdü. Geçmişe dair insan izi taşıyan dünyanın birçok yerine gittim. Evrensel ama farklı hislerle deneyimlediğim bu yerlerin meslek hayatıma da ciddi yansımaları oldu. İşlerimde, farklı yörelerin farklı etkileri olmuştur, Mesela Avusturalya’da dünyanın en büyük kayasının etrafını tavaf edip, Aborjinlerin yıllar öncesinden kalan resimlerini, yemek ve diğer kültürel alışkanlıklarını gelecek kuşaklara aktardıkları bu görkemli mekanı deneyimlemem, sonraki projelerimde bazı tınılarla yansımıştır...”
İzmir Amerikan Kız Koleji...
“Ortaokul ikinci sınıfın ardından eğitimime İzmir Amerikan Kız Koleji’nde devam ettim. İlk başlarda sadece kız okulu olması nedeniyle yadırgadığım bu okulun hayatıma katkısı çok büyüktür. Okulun hakimi ve otoritesi kızlar olarak bizlerdik. Hepimizin özgüveni yüksekti. Tuttuğunu koparmak için her türlü meşakkate katlanmayı bu okul öğretmiştir bana. Çok özgür, amazonlar gibi yetiştirildiğimiz bir ortamdı. Okul dönemi ilgi alanlarımdan en büyüğü basketboldu. Hem okul takımında hem de Altınordu’da oynuyordum. Kafasının dikine giden, özgür yaradılışlı karakterimi az da olsa forma sokan bir uğraştı. Haftanın dört-beş günü antrenman, en az bir gün de maç olurdu. O spor disiplini hayatıma çok yansıdı...”
Başkaldırı ve sınırları zorlamak hoşuma giderdi
“Lisede, idare ile de arası pek iyi olmayan hareketli bir öğrenciydim. Başkaldırı ve sınırları zorlamak hoşuma giderdi. Devamlı ihtarlar alır, tembihlere maruz kalırdım. En vazgeçilmez partnerim ise, şimdilerde Turgut Alton Mimarlığın yönetici ortağı olan Oya Ökmen’di. Oya ile ortaokul üçüncü sınıftan bu yana, üniversitede sınıf arkadaşlığı, yurt arkadaşlığı ve öğrenci evi arkadaşlığı da dahil olmak üzere halen devam eden upuzun bir dostluğumuz oldu. İstanbul’a da anlaşıp gelmiştik, yapışık ikiz gibiydik. Onunla sınırlar ortadan kalkar. Hala lisedeki havamızda gezmek, tozmak, sokaklarda bağıra çağıra dolaşmak hoşumuza gider...”
Ev planlarını açar seyre dalardım
“Mimar olmayı 13 yaşımda kafama koymuştum... Ailemin, Mimar Cavit Ölçer’in projesinden ev alma aşamasında masaya serdiği planlar çok ilgimi çekmişti. Projeyi sanki geçmişte bir aşinalığım varmış gibi ilk bakışta anlayabilmekse bende farklı duygular uyandırmıştı. Binaların, öncesinde hayal edilerek elde kalem teker teker kağıtlara detaylarıyla çizilmesi heyecanlandırmıştı beni. Sonraki günlerde de bir hobi olarak o planları açar, seyre dalardım. Anneciğimse bu merak ve ilgim karşısında, ‘Sen de böyle bir mimar olabilirsin’ demişti. O sözler bir daha kafamdan çıkmadı. Arkeoloji, heykel, resim veya gezi gazeteciliği gibi alanlarda çalışmak, eğitim görmek gibi düşüncelerim vardı ama sonraki zamanlarda hep mimarlık ağır bastı, anneciğimin o sözleri beynimde çınladı. Hatta bir dönem, Akademili sevgili resim öğretmenim Aysel Hanım vasıtasıyla mesleği daha yakından tanımak amacıyla İzmir’deki bir mimarlık ofisine gidip gelmişliğim de vardır. Oradaki çalışma ortamı da çok hoşuma gitmişti...”
Şanslıysak, son nefesimizi elde kalem, masada verebiliriz...
“Bugünkü ismi Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi olan Devlet Güzel Sanatlar Akademisi’nin yetenek sınavlarına girerken Mimarlık ile birlikte Heykel bölümünü de tercih etmiştim. İkisinden de yüksek puanlar almama rağmen Mimarlık ağır basmış ve eğitimime Mimarlık bölümünde devam etme kararı almıştım. Heykel hevesim ise kısmen içimde kaldı. Fakat emekli olayım da heykelle uğraşayım diye bir düşünceye de hiç kapılmadım. Çünkü mimarlıktan gerçekten emekli olunamıyor. Eğer çok şanslıysak, son nefesimizi elde kalem, masada verebiliriz... Mimarlık bir yaşam biçimi. Karmaşık, komplike bir yapısı var. Standart bir meslek kolu gibi değil. Sanat tarihinden tutun renk bilgisine, sosyal bilimlerden psikolojiye, sosyolojiden siyasi tarihe, coğrafya ve teknolojiye kadar birçok farklı alanda bilgi sahibi olmanız gerekiyor. Öyle bir yoğunlukla mesleğe ve kültüre konsantre oluyorsunuz ki, şimdi bakıyorum da, gezdiğim yerlerde kendi fotoğrafımı çekmek bile hiç aklıma gelmemiş. Dünyanın bir ucuna gitmişim, çektiğim tüm fotoğraflar taş olmuş, duvar olmuş, bina olmuş, kapı olmuş... Bir tek kendi fotoğrafım yok...”
Çiçekli eteklerle gelip geçen neşeli Akademi kızlarını seyre dalardım
“İzmir’de 9 Eylül Üniversitesi Mimarlık Bölümü olmasına ve hatta sınavını birincilikle kazanmama rağmen gönlümde İstanbul Devlet Güzel Sanatlar Akademisi vardı. Çünkü çocukluğumda, Akademi’nin karşısındaki dayımın evinin cumbasında, dirseklerimi cama dayayıp ellerinde cetveller, bellerinde uzun çiçekli basma etekler ve kulaklarında koca koca küpelerle gelip geçen neşeli Akademi öğrencisi kızları seyre dalar, o okulda eğitim görmenin hayalini kurardım...”
Çok şey öğrendiğim yıllardı
“İstanbul’a geldikten sonra kısıtlı bir bütçeyle yaşamaya başlamıştım ama her şey vız gelip tırıs gidiyordu. Yurtta kalıyordum ve çok mutluydum. Tarihi İstanbul’u karış karış gezip, tanımak bambaşka bir deneyimdi. Akademi’de çalışkan ve iyi bir öğrenciydim. Notlarım yüksekti. Erken yaşta başladığım ilkokuldan bu yana eğitime karşı ilgisiz çocuk, üniversitede kendini bulup, kozasından çıkmıştı. Beş buçuk yıl geçirdiğim Akademi dönemi gerçekten hem mesleki hem sosyolojik hem de insani açıdan çok şey öğrendiğim yıllardı. Diğer taraftan bu kadar kısa sürede mezun olmak, şimdilerdeki pişmanlıklarımdan biridir. Keşke o dönem, birçok öğrenci gibi biraz daha uzatıp o okulda bulunarak elde edinilen kazanımları artırabilseymişim...”
Karda plastik yeğenlerle kayardık
“İstanbul’u seviyordum... Güzelim Akdeniz ikliminden sonra Boğazın soğuğuna adapte olmak kolay olmadı; ama yine de İstanbul bambaşkaydı... Boğaz’ın rüzgarını yiyip iliğimize kadar titreyerek otobüs beklemek, bir İzmirli olarak kara maruz kalmak ilk yıllar zorluydu. Yıllarca karsız İzmir kışlarından sonra yeni eğlenceler keşfediyorduk Oya’yla... Karda-buzda Yıldız yokuşundan kızak kayar, eğlenir, içimizdeki çocuğu alabildiğine özgür bırakır, soğuğa ve kara aldırış etmezdik...”
Akademi ikinci perdeden rol alır; ama mutlaka bir rol alırdı
“Öğrenci olaylarının yoğun yaşandığı ve siyasi açıdan gerilimli olan o yıllarda Akademi de ikinci perdeden rol alır ama mutlaka bir rol alırdı. Çeşitli protestolar maksadıyla Yıldız Üniversitesi’nde başlayan yürüyüşler Maçka’da İTÜ’nün katılımıyla aşağı iner, Akademi’nin önünden geçerken bizler de o korteje katılır, Babıali’ye doğru toplanma alanlarına yürüyüşlere katılırdık. Kimi zaman yüksek topuklu çizmelerle bile katıldığımız o gösterilerde az da olsa çok da olsa, kendimize göre bir dahlimiz olurdu... İstanbul’da öğrenciliği dibine kadar yaşadığımı söyleyebilirim. Hayata karşı güç kazandığımız yıllardı...”
Gece yarıları kendimi proje tasarlarken bulurum
“Okulda hep zor hocalarla çalışmayı tercih eder, onların proje gruplarına girerdim. Bu kapsamda çok analitik ve derinlemesine projelerde çalıştığımı söyleyebilirim. ‘Sabahlamak’ kelimesi o yıllarda hayatıma girdi ve bir daha hiç çıkmadı. Hala bir proje üzerinde çalışacaksam, bütün işler bittikten sonra müziğimi açıp, gece yarıları kendimi proje tasarlarken bulurum. Zannediyorum bu tarz bir çalışma bütün mimarların ‘olmazsa olması’...”
Fatih’te kaşif bir kız...
“Akademi yıllarında çalışkan, ders ve ödevlerine düşkün bir öğrenciydim. Verilen ödevleri ciddiyetle ve severek yapardım. Bu ödevlerimden biri de Şehircilik dersimiz için Fatih bölgesi incelemesiydi. Yine Oya ve iki arkadaşımızla beraber Fatih’i karış karış dolaşmış, geçmişten günümüze bilgi birikimine katkı üretmeye çalışmıştık. Bu bilgileri, geçtiğimiz günlerde Türkiye’de bir program çeken National Geographic televizyonu için de özetlemeye çalıştım. İstanbul’un tarihi üzerine yayınlanan bir programdı ve ben çekim için Fatih’i tercih etmiştim. Bir anda gençlik yıllarımın kaşif kızına dönüp, Fatih bölgesinde bir tur yaptırmıştım ekibe...”
Sedat Hoca’nın son öğrencilerinden biriyim
“Akademide önemli hocalarım oldu... Bunlardan biri de Sedat Hakkı Eldem’di. Hoca’nın son öğrencilerinden biriyimdir. Unutamayacağım bir anım da vardır kendisiyle... Rölöve ödevi kapsamında normalde bir veya bir-iki bina beklerden koca Edremit kentinin rölövesini istemişti. Tüm Edremit’teki eski binaları tespit etmem ve rölövelerini çıkarmam gerekiyordu. İmkanlar da bugünkü kadar olmadığından işim zordu. Hemen Edremit belediyesinden bir kent planı alıp, o kent planını rapido ile önce aydıngere kopya çekmiştim. Bana yardımcı olan bir iki arkadaşımla 15-20 ev tespit etmiş ve işe koyulmuştuk. Sonunda müthiş bir doküman elde edilmişti. Fakat ödevi Hoca’ya teslim ettikten sonra geri alamamış olmak hayal kırıklığına uğratmıştı beni. Asistanlığımın ilk gününde ilk işlerimden biri ise arşive inip o ödevi almak olmuştu... Diploma projem ise sevgili Mehmet (Çubuk) Hocamın yönlendirmesiyle okulumuzun, üniversiteye dönüşmüş olarak şehir dışındaki bir kampüs projesiydi. Kapsamlı bir çalışmaydı ve iyi bir proje ile mezun olmuştum. Ama bu süreçte anladım ki kent dışı üniversite kampüslerinin güzel tarafları da var ama Akademi’nin bulunduğu yer ve durum kendine çok yakışıyor...”
Fişek gibi bir mimarın ofisinde işe başladım
“Rahmetli eşim Alp (Evrenol) ile okulun son döneminde tanışmıştım... Okulda eğitim görürken bir taraftan da tecrübe kazanmak amacıyla iş aradığım günlerde, Almanya’da tahsil görmüş, fişek gibi bir mimarın ofisinde eleman arandığını duymuş, kendisiyle görüşmeye gitmiş ve kabul edilmiştim. O dönem büyük bir büroya da başvurmuştum ama genç ve daha küçük bir ofiste kendimi daha çok gösterebileceğimi düşünerek Alp’in yanında çalışmaya karar vermiştim. Hakikaten de her şey düşündüğüm gibi ilerlemişti. Önce ofisin çalışkan, başarılı bir elemanı, sonra da Alp’in eşi ve ortağı oldum. Alp’le yıllarca ofis yürüttük. Bu dönemde mesleğimdeki tek arayı, çocuklarımın doğumu ve sonrasındaki on yıllık süreçte verdim. İşkolik olmamdan dolayı birçok yakınımı da böyle bir ara vermem şaşırtmıştı ama çocuklarıma bizzat bakıp, belli bir yaşa getirmeyi çok önemsiyordum...”
Asistanlık yaparken...
“Mezuniyetimden sonra, Şehircilik profesörü çok kıymetli hocam Mehmet Çubuk’un okulda asistan olarak kalmamı teklif etmesi üzerine beş yıl asistanlık yapmıştım. Benim için çok çok verimli geçen o dönemde ben mi öğrettim, ben mi öğrendim, hala karar verebilmiş değilim. Bugünkü projelerimde gelişkin master planlar yapabilmemi o dönemlerde edindiğim tecrübelere borçluyum...”
“Kapak Kızı” olmuştum
“Çocuklarıma baktığım süreçte, ‘Antik Liman Kent Oluşumları’ ile ilgili devam eden doktora çalışmamı tamamlayamadan okuldaki asistanlık görevimden ayrılmak zorunda kalmıştım. Zaten öğretim üyesi olmak, mimari hayallerimi tatmin etmemişti. Tüm gücümle, elimde kalem proje yapmak, üretmek ve tasarımlarımın ete kemiğe bürünmüş olarak hayata geçmesini istiyordum... Sevgili hocalarımdan biri olan Prof. Dr. Bülent Özer’in bu yönde beni yüreklendirmesi de kararlarıma yön vermişti. Bülent Hoca, okuldayken projelerimi beğenirdi; hatta bir keresinde bir ödev projemi Yapı dergisine kapak yapmıştı. Fırsat buldukça da şaka yollu, ‘Seni kapak kızı yaptım’ derdi. Okuldan ayrıldığımı duyduğunda sevindiği dile getirmiş, ama çocuk baktığımı duyunca bir kez daha şaşırmıştı. Evden de olsa proje yapmamı önermişti. Bülent Hoca ile yıllar sonra da karşılaşmalarımız ve görüşmelerimiz oldu... Fakat beni en etkileyeni, bir gün ofisteyken arayıp, Kızıltoprak’taki bir arkadaşının evini ziyaretinde, evi beğenip, mimarını araştırdığında, projesini benim çizdiğimi öğrenip, bizzat telefonla arayarak tebrik etmesi ve okulu bırakıp projeye yapmamı önermesinde ne kadar haklı olduğunu söylemesi, hayatımda o zamana kadar aldığım en büyük ödül olmuştu. Kendisine saygımdan hazır ola geçip konuştuğum o telefon görüşmesini hiç unutamam... Kızıltoprak’taki o bina ise portföyümüzde gözükmez. Çünkü 2000 yılından önceki onlarca-yüzlerce projemizin metrajları o kadar küçüktü ki şimdikilerle kıyaslayamayız. O güzelim ve şimdikilere nazaran ufak yapılar neredeyse gözle görünmez ve portföylere bile giremez oldu maalesef...”
Mimarlık zor zanaat
“Eşimle o dönem güzel projelerimiz oldu. Ama hayat çok da kolay değildi. Sabahlamalar, didişmeler... Denir ya, ‘Mimarlık zor zanaat’... Hele o zamanlar daha da zordu. Söz geçirmek kolay değildi. İşveren proje değiştirmeye çok meyilliydi. Genç ve toy olduğumuzdan bugünkü kadar ayak da direyemiyorduk. Bu yaşananlara bire bir şahit olan iki oğlumuz da, bu kadar zor para kazanmak istemediklerini dile getirerek mimarlık mesleğini seçmediler. Büyük oğlum yönetmen, küçük oğlum ise bilgisayar mühendisi oldu...”
İlk fırsatta Kadıköy’e kaçtım
“Alp’in ofisi Valideçeşme’deydi, sonradan Kadıköy tarafına taşındı. Ben de mezun olur olmaz Kızıltoprak’ta bir ev tutmuştum. Çünkü Anadolu yakasını İzmir’in sıcak ve sakin ortamına çok benzetiyordum. Öğrenciliğim Avrupa yakasında geçti ama ben ayaklarımın üzerinde durmaya başladığım ilk fırsatta Kadıköy’e kaçtım. İstanbul’da en çok Kadıköy’ü severim. Tarihi yarımadaya karşı, eski kimliğini koruyan çarşısı ile sıcacık bir kent merkezidir adeta. Evliliğimizin ilk yıllarında Çiftehavuzlar’da kıyıya yakın bir evde oturuyorduk. Sakin, sükunetli bir tarafı vardı. Akşamüstleri sandalla denize açılır, denize girer, oltayla istavrit tutar, eve gelip pişirirdik. Sakindi ve adeta bir sayfiye yeriydi Kadıköy...”
RÖPORTAJIN FARKLI GÖRSELLERLE TAMAMINA ŞUBAT 2021 (385.) SAYIMIZDAN ULAŞABİLİRSİNİZ... E-Dergi için tıklayın
Ofisimiz 2000’den sonra ciddi bir ivme kazandı
“İlk oğlum doğduğunda hem Alp’in bürosunda çalışmayı hem de okulu bırakmıştım. Daha sonra 1985 gibi iş hayatına kısmen döndüğüm yıllarda ofiste de ortaklığımız başlamıştı. Tarihi eser restorasyonları, villalar, yalılar, Yıldız-Balmumcu tarafında ofis binaları, Behramkale’de otel restorasyonu, Tuzla’da site, yine daha sonraları kendi okulum olan İzmir Amerikan Koleji, Üsküdar Amerikan Koleji’nin ek bina ve lojmanları ile Kemerburgaz’da villalar gibi sayısız proje hayata geçirdik. Büromuzun büyüyüp ivme kazandığı zamanlar ise 2000’li yıllardı. Özellikle SİNPAŞ Yönetim Kurulu Başkanı Sayın Avni Çelik ile yollarımız kesiştikten sonra başka bir yöne evrildik. Kendisinin Paşabahçe’deki yalısının hem mimari hem iç mimari işleriyle başlayan dostluğumuz gelişerek devam etti. Bana güvenip, Bosphorus City ve Bursa Modern gibi koca koca projeleri önüme koyarak büyük projelerin mimarı olmamın yolunu açmıştır. Her ikisi de iki bin küsur konutluk devasa projelerdi. Bu iki projeyle birlikte ofisimiz ciddi bir ivme kazanmıştı. SİNPAŞ ve Avni Bey’le bu birlikteliğimiz senelerce devam etti, ailevi bir dostluğa dönüştü. Zaman içinde Çelik ailesinin köşklerinin restorasyon ve dekorasyonlarını da gerçekleştirdik...”
Alp’i kaybetmemin ardından mesleğe daha çok kendimi verdim
“Alp’le çok iyi geçinen partnerlerdik; ki bu mimarlık camiasında bir hayli zordur... Uyumlu bir çifttik ve aramızda güzel bir iş bölümü vardı. Hepimizin hocasıydı. O, büroyu yönetir, bense tasarım üzerine yoğunlaşır, konsept çalışmalar yapardım. Projeler ve uygulamalar ise O’nun onayından geçerdi. 2010 yılından az önce kas tutulum hastalığı başladı ve süratle ilerledi. O süreçte büronun tüm işlerin devralmak zorunda kaldım. Bir yıl kadar zor zamanlarımız oldu ve ardından da maalesef kaybettik. Alp’i kaybetmemin ardından mesleğe daha da çok verdim kendimi. Bu süreçte, gündemdeki proje yoğunluğu nedeniyle de ofisimiz iki misli büyüdü. Yurtdışında işler aldık. 7/24 nefes almadan devasa projeler yürütmeye başladık...
Türkiyeli bir kadın mimar olarak kırmızı halıda yürüyüşümü hiç unutamam
“2013, mesleki başarılar ve heyecanlarla dolu unutulmaz bir yıldı. Fransa’nın Cannes şehrinde her sene yapılan dünyanın önemli mimari ve gayrimenkul platformu MIPIM’in yarışmasında verilen 10 ödülden ikisini, iki projemizle alarak, büyük bir başarı elde etmiştik. Türkiyeli kadın bir mimar olarak kucağımda iki ödülle kırmızı halıda yürüyüşümü hiç unutamam. Bu tempo, inşaat sektöründe 2017’de başlayan durgunluğa kadar devam etti. 2018’de ise ağlaya ağlaya, senelerdir bir aile gibi beraber çalıştığımız birçok arkadaşımızla yolumuzu ayırmak zorunda kaldık; ancak ofisi küçülterek ayakta kalabildik. Bu esnada Sanayi Bakanlığı’nda Tasarım Ofisi sertifikası kazandık. Gurur duyduğumuz ve bize bazı avantajlar sağlayan başarılarımızdan biridir...”
İnsan kıymeti bilmek her şeyden önemli
“Alp’in vefatının ardından, ofisimizde uzun süredir emek veren iki çalışma arkadaşım Burak Karaca ve Tamer Tunbiş’e hisse vererek onlarla ortaklık kurdum. Ofisimizde çalışma periyotları çok uzundur. Çalışma arkadaşlarımla sevgi ve anlayış üzerine ilişkiler kurmayı tercih ederim. Kadın bir yönetici olarak zamanla bir ‘Hanım Ağa’ya dönüştüğümün farkındayım. Özellikle 8 Mart Dünya Kadınlar Günü’nde bayan mesai arkadaşlarıma izin verir, bu zamanı da sadece kendilerine ayırmalarını, mutlu olmadıkları yerde bulunmamalarını, mutlu etmeyen ilişkileri sürdürmemelerini, hayatı kaçırmamalarını öneririm. Belli bir yaşa gelmiş ve iki evlat yetiştirmiş bir kadın olarak insan kıymeti öğrendiğimi düşünürüm...”
Masa tenisine yeniden döndüm
“İki erkek bebek torunum var... Özellikle büyüğüyle güzel oyunlar oynuyoruz, koşuyoruz, atlıyoruz. Onlarla vakit geçirmek çok hoşuma gidiyor. Sporu severim. Kendimi bildim bileli, her yerim yara bere içinde olsa da, hayatımda hep spor oldu. Yıllarca oynayıp bırakmak zorunda kaldığım derecelerimin de olduğu masa tenisine pandemi günlerinde yeniden döndüm. Fenerbahçe Spor Kulübü’nde lisanslıyım. Yine pandeminin etkisiyle yazın tekrar rüzgar sörfüne başladım... Pandemi, hayatın ve sağlıklı günlerin önemini yeniden hissettirdi...”
İstanbul’a aşığım
“İzmirliyim ama İstanbul’dan vazgeçemem... Geldiğim günden beri İstanbul’a aşığım. Karmaşık kültürel kimliği beni çok cezbediyor. En karmaşık acayip yerlerine girip çıkmak hoşuma gidiyor. Olmadık yerlerdeki olmadık yapılar, kimlikler, ortamlar ilgimi çekiyor. Çarşı, pazar ve sokak gezintilerini severim. Evim de çarşı-pazara yakındır. Kadıköy çarşısını İzmir Kemeraltı’na benzetirim. İzmir’e gittiğimde Kemeraltı’na uğramadan, Alsancak’ta balık yemeden dönmem. Yazları da İzmir Çeşme’de olmayı severim.”
Senelerce klimalara muhtaç cam kuleler inşa edildi
“Bugün mimarimizin en önemli sancısının ‘kentsel dönüşüm’ olduğunu düşünüyorum. Yıllardır bu memlekette kentsel dönüşüm adı altında kentler değil, apartmanlar dönüştürüldü. Acil sorunlar gereği gibi çözülmedi. Taşa toprağa yatırım yapıldı ama maalesef kentsel dönüşüm gereği gibi hayata geçirilemedi. Bu sakıncalı yapı stoğu gözümüzün önünde duruyor. Ülkede mimarlık anlamında yapacak iş çok. Fakat daha iktisatlı, mekanların dikkatli kullanıldığı projelere ihtiyaç var. Daha fonksiyonel ve kompakt yaşamlara devam edilmesi gerekiyor. Yapılması gereken en önemli şey ise sürdürülebilir mimariyi hayata geçirmek. Dünyamızın kaynaklarını çok israf ediyoruz. Senelerce klimalara muhtaç edilmiş camdan binalar, cam kuleler inşa edildi. Bunlar korkunç yanlışlar. Bu yaklaşımdan acilen dönüş yapılması şart. Mimari hayatımda önemli bir yapı taşı olan Akasya projesini, camları açılmayan, balkonu olmayan, o güzelim havayı teneffüs edemeyecek insanların oturduğu yapılardan nefret ettiğim için, kırkıncı kat dahil tüm pencereleri ardına kadar açılan, salonun bir anda balkona dönüştüğü, klimaya mecbur olmayan bir proje olarak dizayn etmiştik. 2008 senesi için bu bir ilkti...”
Dolmabahçe gibi koskoca sarayının arkasını perişan eden başka bir ülke var mı?
“İnşaat sektöründe ‘rant’ göz ardı edilemeyecek önemli bir gerçek... İstanbul gibi 17 milyon insanın yaşadığı bir kentte arsa çok kıymetli. Arsa kıymetliyse tabii ki yüksek bina yapılacak ama yüksek binaları şehrin bağrına saplamak bence büyük yanlış. Affedilir gibi değil. İstanbul Boğaz’ı kıyısında Koruma Kanunu’na göre 150 santimetre saçak yapamazsınız, doğramalar belli kurallara tabidir. İyidir ve hoştur. Fakat Boğaz’ın tepesine Dolmabahçe’ye, Zincirlikuyu’ya, Maslak’a kuleler dikebilirsiniz. Bu durumda saçak boyuyla kim Boğaz’ı koruduğunu iddia edebilir ki? Yani büyük planı göremeyip, detaylarda boğuluyoruz. Şu oturduğum evden tarihi yarımadaya baktığımda Ayasofya’nın arkasında İkitelli’deki kulelerin siluetini görüyorum. Yetkim olsa ilk yıkacağım binalar, henüz İstanbul’a yüksek bina kültürü gelmediği zaman kondurulmuş olan Taksim Meydanı’ndaki otel, Tepebaşı’ndaki otel ve Odakule’dir. Bunlar İstanbul siluetinin ilk canına okuyan binalardır. Ondan sonra tabii Süzer Plaza ve daha birçok proje hayata geçirildi. Bence Swiss Otel de korkunçtur. Dünyadan koskoca sarayının görselliğini bu şekilde perişan eden başka bir ülke olduğunu zannetmiyorum. Birçok bölgeyi ve tarihi yapıyı bu şekilde mahvettik. Adnan Menderes, Üsküdar Meydanı’nı yapayım derken Mimar Sinan’ın hamamını yıktı; bunun ötesinde ne konuşulabilir bilmiyorum... Böyle bir memleketin mimarı olmak da başka bir şanssızlık.”
Kente sahip çıkılmıyor
“Anadolu toprakları binlerce yıldır seri olarak el değiştirmiş... Üzerindeki medeniyet ve özellikle kültür sürekli değişmiş. Büyük şehirlerimizin bundan yüz yıl önceki sakinleri ile şimdiki sakinleri aynı değil. Göçlerle şehirlerin toplumsal katmanları sürekli değişiyor. Bu, koruma bilincinin gelişmesini engelleyen en büyük unsur. Gecekondulaşma, rant, plansız kentleşme, altyapısız çok katlı yapılaşma gibi birçok sorun, böyle bir ortamda gerçek bir sorun olarak görülmüyor. Bütün bu olumsuzluklar yaşanırken kimse kente sahip çıkmıyor. Çünkü kimsenin dedesinden kalmadı ki o toprak ki sahip çıksın... Tarihi yarımadayı kazın beş metre, ya bir Bizans kemeri veya bir Roma sütununa denk gelirsiniz. Yani bütün bir tarihi yarımada komple müzeye çevrilebilirdi. Roma’dan çok daha zengindir tarihi yarımada. Roma’da hala binlerce yıllık yapıları görürsünüz ama biz üstüne şekilsiz binalar dikmişiz ve hala da dikmeye devam ediyoruz. Diğer taraftan yanılmıyorsam 80’li yıllara kadar bu memlekette mühendislere imza attırılarak mimari proje yapılıyordu. Düşünebiliyor musunuz?.. Mimar Sinan gibi büyük mimarlarımız var ve yapı bilinci çok yüksek zamanlar yaşamışız. Yerel ve eski mimarimiz yüzyıllar boyunca iklime ve çevreye uyumlu bir ömür sürmüş. Fakat bunun yanında altyapı asırlardır ihmal edilmiş. Ayrıca kent planlaması da hiç ciddiye alınmamış...”
Problem siyasi erkten kaynaklanıyor
“Problem, yapılan kent planlarının siyasi erk tarafından kendi şartlarına uydurularak bozulması ve değiştirilmesinden kaynaklanıyor. Corbusier bile İzmir’e kent planı hakkında bir teklif sunmuş ama maalesef çöpe atılmış. İzmir’in kıyı kesimi bir sur gibi bitişik nizam binalarla donatılmış. Dolayısıyla İzmir’in gerideki bölgeleri nefes alamaz. Diğer taraftan yine büyük bir planlama yanlışı olarak İzmir’de alüvyon ovasının üzerine yüksek katlı yapı stoğu uygun görüldü! Düşünün, 70 katlı bina yapılıyor...”
Mevzuat sürekli değişiyor
“Yaşanan sıkıntılardan birisi de Türkiye’de İmar Kanunu’nun ve mevzuatın sürekli değişmesi... Genelde bizim projelerimiz büyük, kapsamlı ve yıllara sari projelerdir. Projeye başlar, iki sene çalışır ve tam ruhsat aşamasına geliriz, bir bakarız ki yangın yönetmeliği değişmiş... Başlarız yeniden yangın merdivenleri eklemeye, koridorları düzenlemeye... Balkonlar bir emsal harici olur, bir emsal dışı olur... Sürekli bir düzenleme ve değişiklik... Böyle belirsiz bir ortamda mimarlık yapmak da oldukça zorlaşıyor tabii...”
Yatay mimari iyi hoş ama yetersiz tanımlarla geliyor
“Bugünlerde bir de ‘yatay mimari’ rüzgarı esiyor... Yatay mimarinin iyi bir şekilde gerçekleşmesi için emsallerin de düşürülmesi gerekir. Yatay mimari taban alanını çok işgal eder ve yeşile yer kalmaz. Yeşili olmayan alçak bina stoğunun önü açılır. Mesela Akasya projemizde o arsaya 40 katlı bina yerine daha alçak 2 ya da 3 bina koysaydık, bu sefer de pencereleri birbirine bakan, ışık ve hava almayan konutlar, yeşil alanı oldukça kısıtlanmış bir proje çıkardı ortaya. İnsani bir yaşam kurgulamak için bazen yüksek yapı gerekebilir... Mesela Başakşehir, Samandıra veya Sarıgazi gibi bazı bölgelerde kent silüeti gibi problemler olmaması nedeniyle yüksek bina yapmakta hiçbir sakınca yoktur. Ama kıyı ve tarihi alanlarımız kesinlikle bu kapsamın dışında tutulmalı...”
Başımıza bu işi açan...
“Nasıl erkek bir operatöre, kadın bir operatörden daha fazla itimat ediliyorsa mimarlıkta da öyle... Ama tabii istisnalar da var. Genelde villa ve iç mimari konularında kadın mimar istenir; erkekler eşleriyle ev dekorasyonu gibi konularda muhatap olması için kadın mimar tercih edebilirler. Ama koskoca bir yerleşim projesi veya ofis kulesi yaptırılacaksa kadın bir mimar pek düşünülmez. Haksız bir şey ve sadece alışkanlık. Nasıl bundan yüz yıl önce kadının oy verme hakkı yoktu, ama şimdi var; aynı şekilde iş dünyasında da kadın yavaş yavaş kendine yer açıyor. Benim de ilk zamanlarımda kendi başına mimari ofis yürüten kadın sayısı çok azdı. Bunu eğitimli işveren daha kolay kabul etti. İşçiler ise biraz zorlanıyorlar. Bu konuyla ilgili ilginç bir anım vardır; zor bir bina inşaatının şantiyesini gezerken işçi arkadaşlardan ‘Başımıza bu derdi açan bu kadın mıymış’ serzenişini duymuştum. ‘Bu mimar mı’ demiyor, ‘Bu kadın mıymış’ diyordu. Orada kerli ferli erkek bir mimar olsa, biat edip ses çıkarmayacaktı büyük ihtimalle. Ama bu konunun da hızla değişeceğine inanıyorum...”
Mimarlık ve Yapay Zeka
“Mimarlığın gelecekte farklı bir yönde ilerleyeceğini düşünüyorum. Bilgisayar teknolojisi alabildiğine ilerledi. Biz ofis olarak seksenli yılların sonlarına doğru ufak ufak bilgisayar kullanmaya başlamıştık, doksanlı yıllarda nadir bilgisayar kullanan bürolardan biriydik ve ofislerde projeler genelde elle çizilirdi. Düşünüyorum da, 2018’de altı ayda ruhsat aşamasına kadar detaylandırabildiğimiz ve bir buçuk sene de uygulama projelerini tamamladığımız 400 bin metrekarelik, ayrı ayrı onlarca kat planı ve cephe farklılığı olan Küçükyalı’daki Nida Park projesini 1980’lerde acaba kaç yılda ve kaç kişiyle bitirebilirdik?.. Bu, bilgisayar teknolojisinin bize sağladığı kolaylıklar. Ama başka bir konu daha var; bilgisayarlar öylesine süratli işlemciler haline geliyorlar ki, inanıyorum ki yakında karar verme yetkileri de olacak. Yapay zekanın, binlerce alternatifin içinden doğru analizleri yaparak doğru yönlendirmeler yapacağını, proje değişikliklerini önerebileceğini, insan mimarın aklını aradan çıkarabilecek yeteneklere sahip olacağını düşünüyorum. Bence bundan sonra mimar, çok iyi bir bilgisayar programcısı olacak ve doğru bir şekilde verileri programlamaya çalışacak. Yapay zekanın binanın estetik veya fonksiyonel yaratımı hususunda ne zaman ciddi bir söz sahibi olacağını henüz kestiremiyorum ama bilişim ve teknolojinin geometrik diziyle arttığına bakılırsa bence çok da uzak değil. Ayrıca mimarlık eğitiminin de diğer eğitimler gibi farklılaşacağını tahmin ediyorum...”
Sosyal hayat eski günlere dönecek ama işler dönmeyecek
“Dünya ilk defa pandemi ile karşılaşmıyor. Dünyada bu zamana kadar sayısız salgın hastalık atlatılmış. Mesela babaannem ve dedem vasıtasıyla 1918 pandemisini yaşamış bir nesli tanıyorum. Onların herhangi bir pandemi anısı yoktu. Öpüşmek, koklaşmak, sarılmak aile içinde gırlaydı. Geride kalmış bir durumdu. Şimdi eğer Covid 22 falan gelmezse, bence insan ilişkileri ve sosyal hayat açısından eski günlere döneceğiz. Ama ‘işler’ dönmeyecek. İş yapış modelleri değişecek. Online toplantılar, online ziyaretler, online satın almalar iş dünyasına o kadar çok vakit kazandırdı ki bu konforun kolay kolay bırakılabileceğini tahmin etmiyorum. Diğer taraftan eğitimin online olması ise çok üzüyor beni. Online öğretim olabilir; ama online eğitim pek mümkün değil. Çocuklar öğretmenleri ve arkadaşlarıyla sosyal faaliyetler içinde olmalılar. Bu şekilde çok izole, farklı psikolojik yapıya sahip bir insan nesli haline dönüşebilirler. Çocukların bir arada hayatı deneyimlemeleri çok önemli. Umuyorum ki torunlarım okul çağına geldiklerinde eski klasik okul sistemi geri gelmiş olur...”
İnsanların doğaya yakın yaşayabilecekleri bir dünya hayal ediyorum
“Eğer insanoğlu çoğalmaya bir son verip, dünya kaynaklarını daha doğru kullanmaya başlar, doğaya döner ve sürdürülebilir ortamlar yaratırsa, gelecekte daha mutlu olabilir. Yoksa bu gidişle dünyada mekânsal bir sıkışmışlık yaşanacağı çok açık. Şehirlere öbeklenmemiş, yaygın ve doğaya yakın bir yerleşim politikası hayata geçirilmeli. Şehir dediğimiz bu korkunç kalabalık ve yüksek binalara sıkışmışlık yerine mesela son günlerin açılımı evden çalışma gibi imkanlarla işlerin uzaktan yönetilebileceği, insanların yaygın olarak doğaya yakın yaşayabilecekleri bir dünya hayal ediyorum...”
7 Şubat 2021 / Pazar
Türkiye'nin en ESKİ ve en çok ZİYARET EDİLEN şantiyesi: ŞANTİYE®...
İnşaata dair "KAYDADEĞER" ne varsa... 1988'den bu yana...
Şantiye®nin ürettiği, derlediği ve yayınladığı içeriklerde öncelik “KAMUSAL YARAR”dır...
Ve yayınlanan içeriğin “ÖZEL” olmasına özen gösterilir...
BASILI DERGİ + E-DERGİ + SANTİYE.COM.TR + SOSYAL MEDYA + DİJİTAL PLATFORMLAR...
İnşaat sektörünün buluşma noktası Şantiye®, “Güven”i temsil eden “Basılı bir Yayın” olma özelliğinin yanı sıra yenilenen web sitesi, Turkcell Dergilik ve Türk Telekom E-Dergi gibi mobil uygulamalardaki varlığı, 42 bin E-Bülten abonesi ve 85 bin sosyal medya takipçisi-bağlantısıyla inşaat sektörünün en önemli iletişim platformlarından biri olmaya her ortamda devam ediyor... 1988'den bu yana...
Şantiye® ayrıca yapı sektörüne "Şantiye'nin Yıldızı Ödülü", "Yılın Yeşil Yapı Malzemesi / Teknolojisi Ödülü" ve "Şantiyeden Kareler Fotoğraf Yarışması" gibi farklı organizasyonlarla da katkı sunuyor.
Şantiye®nin son sayısı da dahil 1988 yılından bugüne kadar yayınlanan TÜM SAYILARINA E-Dergi olarak göz atmak için lütfen tıklayın...
Şantiye®, başta ABONELERİ olmak üzere 2020-2024 yıllarında ilan veren firmalar ABS Yapı, Akyapı, Alumil, Anadolu Motor (Honda), Alkur, Ak-İzo, Altensis, Arbiogaz, Aremas, Arfen, Assan Panel, Asteknik, Atos, Batıçim, Baumit, Betek, Betonblock, Borusan CAT, Bosch Termoteknik, Bostik, BTM, Buderus, Bureau Veritas, Çimsa, Çuhadaroğlu, Çukurova Isı, Duyar Vana, DYO, Efectis ERA, Ekomaxi, Elkon, Emülzer, Eryap, Filli Boya, Fixa, Fullboard, Form Endüstri Ürünleri, Form Endüstri Tesisleri, Form MHI (Mitsubishi Heavy Industries) Klima, Garanti Leasing, GF Hakan Plastik, Gökçe Brülör, Grundfos, Hilti, IQ Alüminyum (by Deceuninck), İNKA, İntek, İpragaz, İstanbul Teknik, İzocam, İzoser, Kalekim, Knauf, Knauf Insulation, Komatsu, Köster, Kuzu Grup, LG, Marubeni, Masdaf, Master Builders Solutions, MBI Braas, Meiller Kipper (Doğuş Otomotiv), Messe Frankfurt, Messe München/Agora Tur., Mekon, Mitsubishi Chemical, Nalburdayim.com, NETCAD, ODE, Ökotek, Özler Kalıp, Özpor, Panasonic, PERI, Pimakina, Polyfibers, Polyfin, Prometeon, Ravago, Rehau, Saint Gobain Türkiye, Saray Alüminyum, Schüco, Selena (Tytan), Sentez Mekanik, Serge Ferrari, Shell, Siemens, Sistem İnşaat, Soudal, Sika, Şişecam, Temsa, TMS, Tekno Yapı, Türk Ytong, Tremco illbruck, Vaillant, Vekon, Wermut, Wilo ve Xylem’in değerli katkılarıyla hazırlanmaktadır.
ABONE OLMAK İÇİN
Bir yıllık abonelik bedelimiz olan 1200 TL (6 Sayı, KDV Dahil)'yi TR70 0001 0008 5291 9602 1550 01 IBAN no’lu hesabımıza (Ekosistem Medya) yatırıp; ardından dekontu, açık adresinizi ve fatura bilgilerinizi (şahıs ise TC kimlik no; firma ise vergi dairesi-numarası) santiye@santiye.com.tr adresine e-posta veya 0532 516 03 29 no’lu telefona WhatsApp / SMS aracılığıyla ulaştırabilirsiniz.