Cem Kafadar... İnşaat sektöründe bulunup da ismini duymayan pek yoktur... Kendisi aslında bir İnşaat Mühendisi... 1inşaat Danışmanlık’ın Kurucusu... Sonra Eğitimci, Yazar, Programcı, Girişimci... Yani çevresine “değer” üretmeyi ve katmayı seven; bunu da başarabilen renkli bir isim... Şantiye®nin yazarı ve yayın kurulu üyesi de olan Cem Kafadar ile uzun mu uzun bir röportaj gerçekleştirdik... Lego tutkusunu ve Ataköy şantiyelerindeki deniz kabuklarını(!) anlattı; elini kolunu sallayarak şantiyelerde iş aradığı günleri, Türkan Saylan ve Üzeyir Garih’le olan anılarını anlattı; Zekeriyaköy villalarını, 12 Eylül’ün gölgesinde geçen İTÜ İnşaat Fakültesi yıllarını; Alarko’yu, Garanti Koza’yı, MAYA’yı, şantiyeciliği, İnşaat Emlak’ı, IKEA inşaatlarını, Çelik Yapılar dersini, dronları, proje yönetimini, uzun saçlı esmer kızı ve futbolu anlattı... Dinlemek çok keyifliydi... Eminiz okumak da keyif verecek...
BU ÖZEL RÖPORTAJI ŞANTİYE®NİN MART-NİSAN 2022 (392.) SAYISININ E-DERGİ VERSİYONUNDAN DA OKUYABİLİRSİNİZ.
“1965, Ataköy (İstanbul) doğumluyum. Annem de babam da bankacıydılar; ilginçtir eşim de bankacı. Bankacılar arasında bilmediğim gizli bir çekim olduğunu düşünüyorum...”
“Fazlasıyla meraklı bir çocuktum. Oyuncaklarımın nasıl çalıştığını öğrenmek için kırar, içlerini açardım. Oyuncak sepetimde kırılanlar, sağlamlardan fazlaydı. Bu operasyonlardan sonra çoğunlukla ellerimi kanattığım için annemle babam akşam işten eve geldiklerinde ‘oğlum niye öyle kurcalıyorsun, bak bozdun işte, şimdi oynayamayacaksın’ gibi laflarla kızgınlıklarını ifade ederlerdi. Bu, içindekileri öğrenme merakım hayatım boyunca hep devam etti...”
Sen okumayı nereden biliyorsun?
“Babam, okul öncesinde renkli boya kalemleri ve defterler alırdı. Ben ise o defterlere resim yapmaktan çok, gazetelerdeki kelimeleri benzeterek yazı yazardım. Şimdi düşünüyorum da, demek ki görüntülerle değil de sözcüklerle düşünmeye olan yatkınlığım doğuştan geliyormuş. Tanıştığım insanların isimlerini, bana o an ne anlattıklarını yıllar geçse de unutmam; ama yüzlerini çok çabuk unuturum. O defterlere bir de Bakırköy-Sirkeci treniyle gittiğimiz yolları ve gördüğüm yapıları resmettiğim tuhaf üç boyutlu haritalar çizerdim. Kelimeleri böyle yaza yaza beş yaşına gelmeden okumayı öğrendiğimi fark etmiştim. Bir gün yine trenle Sirkeci’ye giderken Kocamustafapaşa istasyonundaki levhayı okuyunca annemler çok şaşırmış, ‘Aa, bu oğlan okuyor’ demişlerdi. Böyle bir şaşkınlığı, bir de hep rahmetle andığım ilkokul öğretmenim Tahire Hanım’a yaşatmıştım. İlkokula başladığım ilk gün beni çağırıp, defterime, tahtadaki harflerin bazılarını tersten yazdığımı ifade eden ve velimin beni bir göz doktoruna göstermesini tavsiye eden kısa bir not yazmıştı. Ben de kendisine dönüp ‘kör mü olacağım öğretmenim?’ dediğimde, ‘sen okumayı nereden biliyorsun?’ diye sormuştu şaşkınlıkla. Ben de biraz ukalaca ‘sadece okumayı değil, saati, takvimi de biliyorum’ diye yanıtlamıştım kendisini. İlerleyen günlerde beni sık sık, ‘Oğlum sınıfa soru sorduğumda sen yanıtlama ki, ben de sınıfın dersi öğrenip öğrenmediğini doğru anlayabileyim’ diye uyarırdı. ‘Bilsem de söylememeyi’ sanırım o yıllarda öğrendim. Bir hafta sonra da gözlük takmıştım. İsmim aile içinde ‘Profesör’, arkadaşlarım arasında ise ‘Cüce dört göz’ olmuştu...”
Legolarım olsaydı belki başka bir hayatım olacaktı
“İnsan, yaşadığı anların kendisinde nasıl izler bırakacağını, sonrasında alacağı kararlardaki etkisini ancak ileriki yıllarda anlıyor. Beş yaşındayken karşı dairemize benim yaşımda çocukları olan bir aile taşınmıştı. İtalya’dan gelmişlerdi. Çocuğun renk renk legoları vardı. Her gün onlara gider farklı farklı evler, mahalleler inşa ederdik. Türkiye’de 1970’li yıllarda lego bulmak tabii imkansızdı. Babam sağ olsun, çok da aramış, fakat ne Tahtakale’de ne de Galatasaray Lisesi’nin yanındaki o görkemli Japon oyuncakçıda lego bulabilmişti. Aşık Veysel der ya, ‘Kavuşamazsan aşk olur’ diye; benim inşaata olan aşkım da sanırım o sahip olamadığım legolarla başlamıştı. ‘Sen büyüyünce ne olacaksın’ dediklerinde, onları ‘Nasıl yani, tabii ki Cem Kafadar’ olacağım diye yanıtlıyordum. Çocuk aklımla bir insan kendisinden başka bir şey olamaz diye düşünüyordum herhalde. O zaman ‘Peki ne yapacaksın’ diye soruyu biraz açıyorlardı. Ben de ‘Legolarla yaptığım evlerin büyüklerini yapacağım’ diyordum. O çocukla arkadaş olmasaydım, legolara kafayı bu kadar takmayacak, belki de inşaat mühendisi olmayacaktım...”
Kumların içinden deniz kabukları topluyorduk
“Ataköy’de 3. Kısım’da, Zuhuratbaba’ya yakın olan bölgede oturuyorduk. O zamanlar 4. Kısım, Ataköy Lisesi ve lisenin yanındaki çarşı yeni yeni inşa ediliyordu. Çok trajikomiktir, inşaatlar için gelen kumların içinden midye kabukları ve deniz yıldızları topluyorduk. Oturduğumuz binaların birçoğunda deniz kumunun kullanılmış olması, yaşadığımız 99 depremine kadar maalesef pek fazla gündemimize gelmemişti. İnşaatların içine girmek, oradaki tozu toprağı yutma deneyimim o zamanlarda başlamıştı. Binaların yapılış sürecini izlemek bana hep heyecan verir. Karşımızda kentsel dönüşüm nedeniyle 3 katlı bir evi yıkıp yeni bir bina yaptılar. Sabahları kalkıp işçilerin koşuşturmasını, sıvacıların türkü çağırarak çalışmalarını, vincin ağır ağır hareketini seyrediyorum. Hele beton dökülen günleri ayrı bir heyecanla bekliyorum. Boş bir arazide, bir yapının zaman içinde ortaya çıkışını gözlemlemek insanın var oluşunu pekiştiren bir terapi belki de...”
Ne “yalanlı” ne de “kanlı” bir meslek istiyordum
“Dayılarım ve dedem hukukçuydu. Dedemin babası da kadıymış. Ailede bayağı bir hukukçu olduğu için benim de hukuk okumamı çok istiyorlardı. O zamanlar televizyonda Avukat Petroçelli diye bir dizi vardı. Ne yapıyor, ne ediyor dizinin başında bize suçlu oldukları düşündürtülen müvekkillerini bir şekilde kurtarıyordu. Kıvrak bir zekası vardı. Gerektiği yerde küçük yalanlar söylüyor, gerektiği yerde de gerçeği saklamayı çok iyi biliyordu. Ben de bu mesleği beceremeyeceğim, hemen doğruyu söyleyiverip, her şeyi mahvedebileceğim inancı doğmuştu. İlginçtir, bugün inşaat mühendisliği öğrencisi olsaydım, üzerine kesinlikle hukuk okurdum. Genç arkadaşlara da hep bunu öneriyorum. Dünya hızla değişirken, her alanda kurallar da değişiyor. Hukuk, kuralları belirlediği için bugün geçmişten daha da önemli. Diğer taraftan kendimi bildim bileli beni kan tuttuğu için doktorluk da zaten en başından elenmişti...”
Mimarlık ilgimi daha çok çekiyordu ama...
“O yıllarda kendisini örnek aldığım kuzenim İTÜ Mimarlık’tan yeni mezun olmuştu. Onun gibi rapidolarım, T cetvelim, çizim masam olsun, maketler yapayım istiyordum. İnşaat mühendisliği ile mimarlık arasında gidip geldiğim zamanlardı. Ona ‘Ne yapmalıyım’ diye soruduğumda bana, ‘Sende matematik kafası var, mühendisliği düşün’ demişti. Doğru da demiş; ben kelimeleri, sayıları görüntülerden daha çok seviyordum. Bir daha dünyaya gelsem hiç düşünmeden yine mühendis olurdum. Mühendislik eğitiminin kazandırdığı düşünce sistematiğini çok değerli buluyorum...”
Öğrencilik yıllarımızda 12 Eylül’ün gölgesini hep üzerimizde hissettik
“Okula başladığım 1982 yılı, 12 Eylül darbesinin ardından siyasi ortamın durulduğu ama başka sıkıntıların başladığı bir dönemdi. O yıllarda terör olaylarının sorumlusu olarak üniversite öğrencileri görülüyor, yüksek öğretimi orta-lise eğitimine yaklaştırarak bu tehlikenin önüne geçilebileceği düşünülüyordu. Oysa ki üniversite, her şeyden önce öğrenciye düşünmeyi öğretmeli. Bence düşünmeyi bilmeden öğrenmenin fazla bir değeri yok...”
“YÖK’ün getirdiği sert kurallarla çalışmaktan nefes alamıyorduk. Bir dersten iki kere üst üste kalan öğrenci okuldan atılıyordu. O dönem bu yasadan dolayı okulla ilişiği kesilen çok arkadaşım oldu. O günlerde üniversite öğrencilerinin bütün gündemi, çıkması beklenen af idi. Bir arkadaşımın söylediği sözü hiç unutmam, ‘Onlar bizi affediyor ama acaba biz onları affedecek miyiz?’. O yıllar şimdi pek hatırlanmıyor ve konuşulmuyor. O dönemi hem bir dönüşüm, hem de bir takım değerlerin kaybedilmeye başlandığı yıllar olarak hatırlıyorum...”
İnsanlık dışı bir şeydi...
“Okuldan atılma stresini 7. yarı yıldaki ‘Çelik Yapılar’ dersinden kalınca yaşamıştım. Bizim bölümün en zor dersidir Çelik. Daha okula girdiğimiz ilk günlerde üst sınıflardaki abilerimiz, ablalarımız, ‘Çelik’ten geçmeden mühendis olmayın’ derlerdi. 9. yarı yıl geldiğinde ilk vizede 100 üzerinden 40 alınca beni hepten bir panik sarmıştı. İkinci vizeden 60 alıp, bitirme sınavına hak kazanmam gerekiyordu. 60 alamazsam, 4.5 yıl mühendislik eğitimi aldıktan sonra okuldan atılacaktım. Sırf benim değil, hemen hemen 250 arkadaşım da aynı durumdaydı. İş yaşamım dahil, hayatımın hiçbir döneminde bu kadar zorlandığımı, gerildiğimi hatırlamam. Bu bence insanlık dışı bir şeydi. Geçtiğin onlarca ders, girdiğin yüzlerce sınav, bir dersteki başarısızlığından dolayı yok sayılıyordu. Hani çocukken oynadığımız Kızma Birader oyununda bir yer vardır, attığınız zarla oraya gelirseniz ‘Başa dön’ yazar. Oyunda bile sinir bozucudur. Maalesef üniversite yıllarımı, o sistemin ve o günkü sosyo-politik şartların gereği çok bir neşe duyarak hatırlayamıyorum. Neyse ki yoğun bir çalışmayla 2. vizede 60, bitirme sınavında da 50 alarak okuldan mezun olabilmiştim. Hiç unutmam, dersi verdiğimi öğrendiğimde eşime (o zaman daha birbirimizi yeni tanıyorduk) sarılıp, kitabı havaya fırlatmıştım. Arkadaşlığımızın başladığı o günlerde O’na da ilk kez böylesine sarılıyordum...”
Rüyadaki uzun saçlı esmer kız...
“Kaderci değilim ama rastlantıların büyüsüne inanırım... Okulumun iki dersten yarım dönem uzadığı 86 sonbaharında, ileride bu kadar boş vaktim olmaz, İngilizcemi geliştireyim diye bir kursa gitmeye karar vermiştim. Ataköy’de oturduğumdan, Bakırköy’de bir kurs arıyorum ama görüştüğüm yerlerin hiçbiri olmuyordu. Kiminin ücreti yüksekti, kimi de beni seviyemin altında başlatmak istiyordu. Böyle olunca istemeye istemeye daha önce öğrencilik yıllarımda gittiğim Osmanbey’deki Türk Amerikan Üniversiteliler Derneği’ne gidip kaydolmuştum. İstemememin nedeni eve uzak olmasıydı, yoksa aslında çok da kaliteli bir yerdi. Kursa başlayacağım günden önceki gece de ilginç bir rüya görmüştüm; siyah düz saçlı çok güzel esmer bir kızla birlikte geziyorduk. Hiç olmadık yerlere giriyor, çıkıyorduk. Kızın yüzünü tam göremiyordum ama silueti bugün bile gözümün önündedir. Ertesi gün, yani kursa başladığım gün, rüyanın sersemliğini de henüz üzerimden atabilmiş değildim. Sınıfın kapısını açtığımda, içeride altı kız öğrenci vardı. Birini gözüm ısırmıştı, sanki bu kızı bir yerden tanıyordum. Hemen de gidip yanına oturmuştum. Sohbet etmeye başlamıştık ama pek bir ortak tanıdığımız kişi veya birlikte katıldığımız bir etkinlik yoktu. Üç dört gün bu kızı nereden tanıdığıma kafa yormuşum ama maalesef bulamıştım. Sonraki hafta Rumeli Caddesi’nde dalgın dalgın giderken, önümde, kurstaki o kızın yürüdüğünü gördüğüm an hatırlamıştım. O, yürüyüşüyle ve beden diliyle rüyamda siluetini gördüğüm kızdı. Eşim Sevinç ile hikayemiz böyle başlamıştı. Üç sene sonra da evlenmiş ve bir üç yıl sonra da oğlumuz Umut dünyaya gelmişti. Hayatımın en büyük aşkı Sevinç’tir. Bilirsiniz erkekler bir araya geldiklerinde küçük kaçamaklarını konuşmayı severler. Bana da sorarlar, ‘Sen hiç aldattın mı’ diye, ben de onlara ‘Onu hayalimde bile aldatmadım’ derim...”
Çocuklar da anne babalarını eğittir
“Doğduğu 11 Mayıs 1993’ten itibaren oğlum Umut’tan çok şey öğrendim; hala da öğrenmeye devam ediyorum. Hatta böylesine hızla değişen dünyada bu her geçen gün daha da artıyor. Bilgisayar Mühendisi olduğu için bugünün teknolojik gelişmeleriyle ilgili bana çok şey anlatıyor. 2015’de bloğum cemkafadar.net’i açmak onun fikriydi. Bir de oğlum olduğu için beni çok yerde aynalıyor. İçimden, 'o yaşta ben de aynı senin gibi düşünüyordum' diyorum, onun için ona ciddi anlamda kızdığımı hiç hatırlamam. Tabii her baba gibi oğlumun içindeki sonsuz potansiyeli olabildiğince kullanmasını istiyorum. Babam, ‘Öğrencisi ustasını aşmıyorsa o usta iyi bir usta değildir’ derdi. Sonra da ‘Seni böyle gördükçe iyi bir baba olduğumu düşünüyorum, şimdi artık sıra sende’ diye devam ederdi. Ben de ‘Söz baba, merak etme’ benzeri sözlerle onu yanıtlardım. Ona verdiğim sözü olabildiğince tutmaya çalışıyorum...”
Özgeçmişim olmadan elimi kolumu sallayarak Ataköy’deki şantiyelerde iş arıyordum
“1987’de fakülteyi bitirdiğimde Ataköy 9-10. Kısımlar, yani Şirinevler’in karşısındaki alan yeni inşa ediliyordu. Bölgede Mesa, Kutlutaş ve Sutek olmak üzere 3 müteahhit firma vardı. Ben de mezun olduğumda, özgeçmiş bile hazırlamadan, elimi kolumu sallayarak, evimin orada, hemen yakında olduğunu söyleyip, bir iki de sektörden büyüğümüzün, hocalarımın adını verip o şantiyelerde iş aradığımı hatırlıyorum. Mesa’da görüştüğüm kişi, o günlerde yeni bir mühendise ihtiyaçları olmadığını söylemişti. Sonra dönmüşlerdi ama ben başka bir işe girmiştim. Kutlutaş kibarca kapıdan hayır demişti. Sutek de ise Proje Koordinatörü Yılmaz Bey’le görüşme şansı bulmuştum. Bana ne kadar maaş istediğimi sorduğunda, 120 bin TL yanıtını vermiştim. Fakat O, ‘Dur bakalım, bu senin isteyeceğin para değil’ deyince hiç düşünmeden talebimi 100 bin TL’ye çekmiştim. Bunun üzerine gülmeye başlamış ve ‘Cem, bak biz burada stajyer arkadaşa bile 150 bin TL veriyoruz; seni 175 bin TL ile başlatmak istiyordum ama şimdilik 150 bin TL diyelim o zaman. Fakat sen bana altı ay sonra bu durumu hatırlat’ karşılığını vermişti. Ben de sevineyim mi, üzüleyim mi şaşırmıştım. Pazarlık konusunda hiçbir zaman iyi olamadım. Pazarda bile pazarlık etmeyi sevmem. 23 yıl kirada oturduk, zam dönemi geldiğinde ev sahibine ‘siz ne istiyorsunuz?’ der, onun istediğini de hemen verirdim. Hayatta en rahatsız olduğum şeylerden biri, birinin hakkının bana geçmesidir. Çalışanlarım da her zaman maaşlarının dışında firma karından pay almışlardır...”
İlk işimde, mesleğimde ne yapmayacağımı öğrenmiştim
“Sutek’te başladığım ilk işimde, doğrudan sahada çalışmanın bana uygun olmadığını anlamıştım. İş hayatında istediğim şeyi ayrıntılarıyla soru işareti kalmayacak şekilde anlatmaya dikkat ederim. Eğer yapılamayacak bir durum varsa, iş verdiğim kişinin bana nedenleriyle anlatılmasını isterim. Şantiyede ekip başlarının ‘Tamam Abi, sen merak etme’ deyip, sonra da o işi söylediğim şekilde yapmamaları beni rahatsız ediyordu. Madem yapamayacaktınız, sizi aşan bir işti, neden anlatırken yapamayız demiyordunuz? Bu davranışın biraz kültürel bir alışkanlık olduğunu sonraki yıllarda öğrenmiştim. Biz ‘Bilmiyoruz, anlamadık’ demeyi fazla sevmiyoruz; tez canlı olduğumuz için de hele bir başlayalım, bir şekilde bitiririz diyerek işe girişiyoruz. Dolayısıyla ilk işimden dört ay sonra ne yapacağımı değil, ama ‘ne yapmayacağımı bilerek’ ayrılmıştım...”
Ayakkabımın bağını çıkarıp kalıp metrajını yapmıştım
“İşsizliğin keyfini tam çıkaramadan, kuzenim, Garanti Koza İnşaat’ın Beşiktaş’taki Swissotel ihalesi için üç dört gün metraj yapacak birine ihtiyaçları olduğunu söylemişti. Ben de birkaç gün yardım için gittiğim firmada on yıl boyunca çalıştım. O zaman aylık 116 bin TL maaş vereceklerini söylemişlerdi. Bir hafta sonra, yeni giren bir mimar arkadaşın maaşı aylık 121 bin TL olduğu için benim maaşı da o seviyeye çekmişlerdi. O zamanlar çalışanların ücret adaletine bugüne göre daha bir hassas davranılıyordu...”
“Kalıp metrajı çıkaracağım kesit dairesel bir S kesitiydi. Ama düzenli daireler olmadığı için çevre alanını hesap edebilmem matematiksel olarak kolay olmuyordu. Ben de hemen ayakkabımın bağını çıkarıp bu dairesel bölgelerin uzunluğunu bağcık üzerinden bulmuştum...”
Kendime dertler yaratıp sigaramı tüttürüyordum
“Dört aylık yedek subay eğitimimi Halıcıoğlu’ndaki Personel Okulu’nda yaptım. Yani Garanti Koza’nın tam karşısındaki tarihi binaydı. Cuma günü servisle işe gitmiş, pazartesi de yine aynı servisle askere gelmiştim. Askerde herkes dertli dertli memleket hasretiyle sigara içerken, ben de Garanti Koza’nın yanan ışıklarına bakıp, ‘Şimdi orada arkadaşlarımla olmak vardı’ diye, kendime dert yaratıp sigaramı tüttürüyordum. Hafta sonu izinlerimde de onlara yardım etmeye gidiyordum...”
“Yıllar içinde o binada Fatih Sultan Mehmet Üniversitesi eğitime başladıktan sonra beni de seminer vermem için bir gün davet etmişlerdi. 1987 yılında dört ay boyunca geceleri yattığımız o koğuş, harika bir amfi derslik olmuştu. Orada öğrencilere ‘Geleceğin İnşaat Mühendisi Bugünden Neler Yapmalı?’ sunumunu yapmıştım. Aslında otuz yıl önce o koğuşta uyuyamadığım gecelerde ben de bu sorunun yanıtını düşünüyordum...”
Şans, fırsata hazır olmaktır
“Şansın hep benimle olduğunu düşünürüm... Alarko’daki yöneticim Üzeyir Garih’in bizlere söylediği bir söz vardı; ‘Şans fırsata hazır olana gelir’. Ben mi fırsatlara hazır oluyordum, şans mı beni buluyordu bilmiyorum. Yedek subay eğitimimden sonra meslek kurası çekip Selimiye’de İnşaat Emlak’ta İnşaat Mühendisi olarak askerliğimi yaptım. Çok farklı askeri projelerin şantiyesinde kontrol mühendisi olarak çalıştım. Yeraltı iglo tipi cephanelik, askeri müze, orman içlerindeki stratejik duvarlar, tersanede kanal projesi şu anda ilk aklıma gelenler. Orada mesleğime dair çok şey öğrendiğimi söyleyebilirim. Askeriyenin kendi içinde tıkır tıkır işleyen düzeni beni çok etkilemiştir. Yeni gelen asteğmenlerin oryantasyonunu da ben yapıyordum. O dönemde çok değerli arkadaşlar edindim. Ancak o yıllarda sosyal medya ve cep telefonu olmadığı için yıllar içinde bağımız koptu...”
Albayım, benim “rüzgar” olamayacağımı bilmiyordu
“Albayım, tezkere bırakmamı, orduda kalmamı çok istemişti. Aşırı disiplinli yapımın askerliğe çok uygun olduğunu söylerdi. Oysa orada sadece kurallar öyle gerektirdiği için öyle davranıyordum. Özel hayatımda emir kipiyle konuşmuyordum. Ezop’un bir masalı vardır... Rüzgar ile güneş, 'hangimiz şu aşağıdaki adamın ceketini çıkarabiliriz' diye iddiaya girerler. Rüzgar, ‘Gör bak, ben nasıl da çıkarıyorum’ demiş, fakat estikçe adam ceketine sarılmış. Ardından güneş, ‘Sıra bende’ demiş ve gülümsemiş. Albayım, benim hep güneş olduğumu; rüzgar olamayacağımı bilmiyordu...”
Askerlik sonrası Garanti Koza’nın Beko fabrika şantiyesinde işe başladım
“Yedek subaylığımı İstanbul’da yaptığım için Garanti Koza İnşaat’taki arkadaşlarımla bağım kopmamıştı. Terhis olmadan iznimi kullandığım son iki ayımda beni çağırmışlar, ben de Beko fabrikasında saha mühendisi olarak işe başlamıştım. O iki ay hem askeriye hem de firmamdan maaş almıştım. Ailemin yanında kaldığım için para biriktirme imkanım oluyordu. Askerlik dönüşü birikimlerimle ilk arabamı almıştım. 80’li yıllarda araba özgürlüktü, dilediğiniz yere hızla ulaşabiliyorsunuz. Ama bugün İstanbul trafiğinde araba tam bir ayak bağı ve zaman kaybı. Bu nedenle son on beş yıldır araba kullanmıyorum, toplu taşımayla hem kitabımı okuyorum hem de zaman kazanıyorum. Benim için şimdi ‘arabasızlık’ özgürlük...”
Yazılım bilmek sadece işleri kolaylaştırmaz; beynin verileri işleme hızını da artırır
“90’ların başında, Garanti Koza’da çalıştığım dönemde DOS işletim sistemini çözmüştüm. Küçük programlar yazıyordum. Hatta Windows çıktığında, ‘Nereden çıktı bu karışık şey’ dediğimi hatırlıyorum. 1990’da çalışmaya başladığım sekiz yılda 800 villa yaptığımız Zekeriyaköy projesinde işler olabildiğince küçük parçalara bölünerek ihale ediliyor, 110 tane hak edişi hazırlamak için teknik ofiste 4-5 kişi çalışıyordu. Ben de Lotus123 programıyla makrolar yazarak hak edişleri hazırlamaya başlamıştım. Geliştirdiğim o yöntemle tüm hak edişleri tek başıma yapabilecek duruma gelince diğer arkadaşları sahaya çıkarmışlardı. Sonrasında Satın Alma Müdürü ayrılınca, satın alma işini de bana bağlamışlardı. O kapsamda yine DOS üzerinden DBASE ile bir satın alma takip programı yazıp, satın almayı takip ettiğimden orada da elemandan tasarruf yapılmıştı. Seminerlerimde hep altını çizdiğim bir konu vardır. Yazılım bilmek, sadece işleri kolaylaştırmaz; insan beyninin verileri işleme hızını da artırır...”
47 yaşımda emekli oldum; ama tabii kağıt üzerinde
“24 yaşında saha mühendisi olarak geldiğim projede 26 yaşında teknik müdür, 30 yaşında proje müdür yardımcısı olmuştum. Yine o projedeyken 25 yaşında evlenmiş, 28 yaşında baba olmuştum. Geriye dönüp baktığımda, ilkokula erken başladığım gibi hayatta da birçok şeyi erken yaşadığımı görüyorum. Bu arada 47 yaşında da emekli olduğumu söylemem lazım; ama tabii bu kağıt üzerinde kaldı...”
Sincap, kirpi ve tilki ezmemek için...
“Zekeriyaköy’e, işe gidip gelirken o sakin, sessiz, pek kimselerin olmadığı orman yolunda otostop yapan Orman Fakültesi öğrencilerini arabama alır, onlarla sohbet ederdim. Bana böylesine ıssız bir yolda yalnız seyahat ettiğim için tehlikelere karşı dikkatli olmamı söylerlerdi. Ama ben herhangi bir insan kaynaklı tehlikeden çok, o yolda sincap, kirpi, tilki ezmemek için özen gösterirdim. Çünkü ummadığım bir anda karşıma çıkabiliyorlardı. Biz onları evlerinden etmiştik. Yine o günlerden kalma bir anım vardır. Zekeriyaköy’de işe başladığım ilk günlerde, tuvalete girdiğimde öncelikle sifonu çekmemi tavsiye etmişlerdi. Çünkü alaturka tuvaletlerden sık sık fare çıkıyordu. Farelerin de doğal yaşam alanıydı tabii ki. O alışkanlığım hala devam eder...”
Alarko, ENKA, Tekfen, STFA ve Yapı Merkezi önemli okullardır
“Söz konusu villalar 1998’de bittikten sonra Alarko Holding’te rahmetli Üzeyir Garih’le çalışma fırsatı bulmuştum. Holding üzerinden şantiyelerin teknik değerlendirmesini yapacak bir ekip kurulmuştu. O grupta Kontrol Değerlendirme Uzmanı olarak işe başlamıştım. Doğrudan Üzeyir Bey’e bağlı olarak çalışıyorduk. İş hayatına yönelik kendisinden çok değerli bilgiler ediniyordum. Sonrasında, Büyükçekmece Gölü kıyısındaki villalarda planlama şefi olarak çalıştıktan sonra merkeze gelmiş ve OHSAS 18001 İş Sağlığı ve Güvenliği belgesinin alım sürecinde görev almıştım. 2005’te kendi firmamı kurduğumda da mikro Alarko modelini uygulamaya çalışmıştım. İşin başında ekibimin verimliliğini baz alan sistemler kurmuştum. Orada öğrendiğim bir değer de çalışanlara kardan pay vermekti. Kendi şirketimde de buna benzer prim modelleri geliştirdim. Ayrıca Alarko’da hiçbir dönem ayın birinde maaş almamıştık; maaşlar hep henüz ay bitmeden yatırılırdı. Bu bir kültür ve çalışana saygının göstergesiydi. Sadece Alarko değil, Tekfen, STFA, Yapı Merkezi ve ENKA’da da aynı şekildedir. Bu firmalar Türk inşaat sektörü için önemli okullardır.”
IKEA’lar profesyonel hayattaki son projelerimdi
“Alarko sonrasında MAYA İnşaat’ta Ümraniye’deki ilk IKEA mağazası projesinde Teknik Müdür olarak görev almıştım. Bayrampaşa IKEA da görev aldığım bir sonraki projeydi. İzmir Bornova mağazasına ise dışarıdan danışmanlık yapmıştım. Keyifle çalıştığım ve Alarko’daki kazanımlarımı kullandığım projelerdi. Bir diğer önemli özellikleri ise profesyonel mühendislik hayatımdaki son projeler olmalarıdır...”
Bir site yapmış ve hayatım değişmişti: “yapirehberi.net”
“1998 yılında Alarko’da çalışırken HTML ile Yapirehberi.net sitesini kurarak gelir elde etmeye başlamıştım. O dönem internette sektörel siteler pek yoktu. Kısa zaman içinde yapirehberi beklediğimden popüler olmuştu. Fuar kuruluşlarının bannerlarını yayınlıyordum, onlar da bana stant veriyorlardı. O günlerde standıma gelenlere, ‘Şu dolaşırken yorulduğunuz fuarı ben bu sitenin içinde yapıyorum. Yakında bu fuarlara kimse gelmeyecek, benim sitemi tıklayacak’ diyordum. Kafaları karışıp, muhtemelen bu adam kafayı yemiş diyerek yanımdan uzaklaşıyorlardı...”
Arkadaşlarımdan çok, genç mühendisler ilgi gösterince...
“Yapirehberi.net’in üç binin üzerinde alt sayfası vardı. Malzemeler ve fiyatlara ilişkin detaylı bilgilere ulaşabiliyordunuz. 100 metrekare bir evin hangi malzemelerle kaça mal olacağına ilişkin bir alt sayfa yapmıştım; günde iki binin üzerinde tıklanıyordu. Sitenin kuruluş hikayesi de ilginçtir... İngilizcemi unutmamak için internete girmeye başladığım günlerde, Malezya’daki bir mektup arkadaşımın, mühendis olduğumu, fakat neden bir web sitesine sahip olmadığımı sorması üzerine bu işe kafa yormaya başlamıştım. Ki o günlerde Türkiye’de ne internet ne web ne de e-mail, hiçbir şey tam olarak bilinmiyordu. O kapsamda ne yapacağımı araştırırken, blogspot gibi bir siteye denk gelmiş ve orada İTÜ 182C diye sınıf arkadaşlarıma özel bir site kurmuştum. Sonrasında o sayfaya arkadaşlarım girsinler diye teknik bilgiler koymaya başlamıştım. Fakat tuhaf bir şekilde onlardan çok, genç mühendisler ilgi gösteriyordu. O zaman ben de işi biraz daha büyütüp, yapı sektörüne yönelik bir site yapmaya karar vermiştim. İşte Yapirehberi.net böyle doğmuştu. Altavista’da, Yahoo’da ‘yapı’ diye aratılınca ilk sırada, hatta Yapı Kredi Bankası’nın bile üstünde yapirehberi.net çıkıyordu...”
1...
“Yine internetin ilk yıllarında yurtdışında e-posta grupları çok popülerdi. Ben de benzer bir grubu inşaat sektörü için kurmuştum. İlk zamanlarda arama motorlarının algoritması alfabetik çalışıyordu. Sıralamalarda ‘A’ harfi ile başlayanlar üstte görünüyorlardı. Ben de ‘A’nın da önüne geçeyim diye inşaat kelimesinin başına ‘1’ sayısını koymuştum... 1inşaat da böyle ortaya çıkmıştı. ZZTop diye bir rock grubu vardır, onlar da aynı mantıkla plakçılarda en sonda çıkışa, kasaya yakın plakları konsun, aralarda kaybolmasın diye bu adı aldıklarını söylerler. Buradaki amacım, iş hayatında saklanan teknik bilginin paylaşılmasıydı. Kısa zamanda on binin üzerinde üyeye ulaşmıştım. Bu anlattıklarım 2000’lerin başında, internet balonu patladı denilen, birçok internet girişiminin iflas ettiği, sosyal medyanın henüz bilinmediği günlerde yaşanıyordu. İnsanlara bu işin geleceğinin web değil, etkileşimli ortamlar, sosyal medya olduğunu söylediğimde ise ne dediğimi pek anlamıyorlardı. 21. yüzyıl benim için heyecan ve beklentilerle başlamıştı...”
05.05.2005
“Tüm bu anlattıklarımı, işten eve geldikten sonra gece bilgisayarımın başında yapıyordum. 30’lu yaşlarımda günde ortalama 4 saat, 40’lı yaşlarımda ise 5 saat uykuyla ayakta durdum. Ancak şimdi 50’lerimde, uyku, verdiği tüm o avansları benden geri alıyor; 8 saatten az uyursam sersem gibi oluyorum. O günlerde kendi kendime şöyle bir karar vermiştim; internet üzerinden elde ettiğim gelir, profesyonel kazancımın 2/3’üne ulaştığında ücretli çalışmayı bırakacaktım. Bu kapsamda, 05.05.2005’te ilk IKEA mağazamız açıldığında, firmama ayrılmak istediğimi söylemiştim. Onlarsa, bu işlerin gelir getireceğine pek ikna olmamışlar ve beni bırakmak istememişlerdi. Ben de iki sene daha dışarıdan, MAYA İnşaat’ta danışman formülü ile çalışmaya devam etmiştim...”
Her mühendis işletmeyi bilmeli
“2000’li yılların başında, Alarko’da çalışırken, İTÜ’den çok değerli ve yazılıma meraklı bir arkadaşım olan Keremhan Eke ile de yapilan.com diye bir site kurmuştuk. Siteyi öğle tatillerinde ve hafta sonlarında yapıyorduk. Yeni yeni kurulmaya başlayan sahibinden.com’a benzer bir yapısı vardı. O mantığın inşaat sektörüne uyarlanmış bir halini düşünmüştük. Ardından sektörün sosyal ağ platformu olan zaman içinde otuz binin üzerinde üyeye ulaşan 1insaat.com’u kurduk. Her iki projeyle de üç sene iyi kazandığımızı söyleyebilirim. Ancak olaya yeterince ticari bakamamıştık. Bugün düşünüyorum da site üzerinde çalışmak kadar, bir yatırımcı bulmaya çalışsaydık, şimdi her şey daha farklı olurdu. Biz mühendislere, aldığımız eğitimde ne yazık ki işletme bakış açısı yeterince verilmiyor. Bir mühendis, ‘işletmeyi’ bilmediği sürece hep eksik kalacaktır diye düşünüyorum...”
1İnşaat Danışmanlık ile beş yüzün üzerinde teknik insanı işe yerleştirdik
“İnternet işinin yürümeyeceğini erken görmemin ardından fazla zarar etmeden, orada kazandığım networkü en verimli şekilde kullanma imkanı sağlayacağını düşündüğüm insan kaynakları şirketimi kurdum. Bugüne kadar inşaat sektöründen üç yüzün üzerinde firmayla çalışıp, beş yüzün üzerinde teknik insanın işe yerleşmesini sağlamışız. ‘Beyin avcılığı’ ifadesini sevmiyorum. Bence vahşi kapitalizmin ürettiği sığ bir kavram. Kimseyi avladığımızı düşünmüyorum. Ayrıca ‘av’ deyince aklıma hep ‘ava giden avlanır’ sözü gelir. Bu iş bence değerleri buluşturmak; firma değerleriyle uygun adayları eşleştirmek...”
Beykent Üniversitesi’nde yaptığım derslerin sonu bir türlü gelmiyordu
“Üniversite yıllarımda yakınlarımın çocuklarına matematik dersi verir, harçlığımı çıkarırdım. Eğitimci özelliğim zannediyorum biraz o dönemde gelişti. 2013’te Beykent Üniversitesi’nde yüksek lisans öğrencilerine Yapım Yönetim dersi vermem için çağrıldığımda hiç zorluk çekmemiştim. Oradaki beş yılımda derslerime sektör profesyonellerini de davet ediyordum. Sadece sıralar değil, merdivenler de dolu oluyordu. Akşam 19.00’da başlayıp 22.00’de bitmesi gereken dersler, güvenlik görevlilerinin, ‘Hocam üniversiteyi kapamamız gerekiyor’ uyarısıyla sona eriyordu...”
İMO İstanbul şubesinde 8 yıl yönetim kurulunda görev aldım
“İnşaat Mühendisleri Odası yönetiminde 8 yıl görev aldım. Orada da yenilikçi olmaya çalışıyordum. 38 yaşında yönetim kuruluna girdiğimde ‘Oda gençleşiyor’ dediklerini hatırlıyorum. Fakat 38 değil, 28 yaşındakiler oda yönetiminde görev aldıklarında ancak gerçek bir gençleşmenin sağlanacağına inanıyordum. Şimdilerde 20’li yaşlardaki meslektaşlarımı orada görmek beni mutlu ediyor. Demek ki, o zamanlar bana karşı çıkılmasına rağmen şimdi söylediklerim karşılığını bulmuş...”
En önemsediğim şey, insanları incitmemek
“Birçok seminere, konferansa konuşmacı olarak katılıyorum. Anadolu’da çağırılmadığım şehir azdır. Doğudaki öğrencilerle de kucaklaşabiliyorum batıdakilerle de. Erzurum’da da, İzmir’de, İskenderun’da da, Samsun’da da, Diyarbakır’da da, Konya’da da beni dinleyenlerin gözlerinde aynı istek ve coşkuyu görüyorum. Bu beni çok mutlu ediyor. Hiçbir zaman ideolojilerin beni körleştirmesine izin vermedim. İnsan ilişkilerinde en çok önemsediğim şey, ‘insanları incitmemek’tir. Aykırı yanlarım vardır; zaten röportajı buraya kadar okuyan okur bunu fazlasıyla fark etmiştir, toplumun büyük kesimiyle belki aynı şeyleri düşünmüyorum; ama bunları hep incitmeden, zarafetle, nazik bir üslupla söylemeye çalışmışımdır. Üslup içerikten önemlidir diye düşünürüm...”
İş dünyasının iç dinamikleri bana hala fazlasıyla hantal gelir
“İstifa edip kendi işimi kurmamdaki asıl motivasyon ‘özgürlük’ tutkusuydu. Özgür hareket etmek istiyordum. Günde 12 saat çalışabilirdim (nitekim öyle oldu); işten korkum yoktu ama rutin çalışma hayatı üretkenliğimi zedeliyordu. Kafamda o kadar çok fikir vardı ki, bunların hiçbirini mevcut bir iş ortamda gerçekleştirme ihtimalim yoktu. Bu anlamda iş dünyasının iç dinamikleri bana hala fazlasıyla hantal gelir. O günlerde çok dostum, ‘Sen ne yapıyorsun, güzel bir işin var, geleceğin parlak, yaptığın Don Kişotluk’ demişlerdi. O gün de bugün de bu kararımdan hiç pişmanlık duymadığımı söyleyebilirim. Kendi işimi yaparken en büyük motivasyonum da profesyonel iş hayatına geri dönmemek için çok çalışmak oldu. Fakat tabii ki o yıllarımı boşa geçmiş zaman olarak görmem mümkün değil. Bana çok ciddi bir iletişim ağı ve tecrübe sağladı. Gençlere hep kendi mühendislik bürolarını açmadan en az beş yıl iş dünyasının dinamiklerini tecrübe etmeleri, potansiyel müşterilerini kazanmaları gerektiğini söylerim...”
Hayatım hep meydan okumalarla dolu
“Hayatımda yaptığım birçok iş, yenilikçi girişimlerdi... Çok kişi bana ‘Müslüman mahallesinde salyangoz satıyorsun’ dedi. Yüzüme karşı gülmüyorlardı ama içlerinden güldüklerini tahmin edebiliyordum. Firmaların henüz web siteleri yokken web sitesi yaptım ve o işten para kazandım. Kimse planlama bilmezken, bizim için plan değil, pilav önemli derken, ben iş programlarını öğrenip planlamayı öne çıkarmaya çalıştım. ‘Biz gazeteye ilan veriyoruz. İnsan bulmak için de danışmanlık firması mı olurmuş’ denilen günlerde İnsan Kaynakları firmamı kurdum. Çalışanlarına daha önce eğitim aldırmamış firmalarda eğitim verdim. Hayatım hep meydan okumalarla dolu. İnanın bu işleri yapmak değil de insanlara tüm bunların getireceği kazanımları anlatmak beni daha fazla yordu. Ama bugün, yirmi yıl önce söylediklerimin, yaptıklarımın yaşandığı bir dünyada olmak beni mutlu ediyor...”
Drone, sektörde birçok şeyi değiştirecek
“İnşaat sektörünün hızla dijitalleşeceğini öngörüyorum. Kısa zaman içinde nesnelerin interneti şantiyelere girecek. İşlerin uzaktan erişimle yapılması konusu ön plana çıkacak. Gelecek dergi yazımda şantiyelerdeki robotları yazacağım. Drone teknolojisinin sektörde birçok şeyi değiştireceğine inanıyorum. Özellikle yol projeleri ve büyük ölçekli projelerde mesafe ve yapılan işi ölçme anlamında çok büyük katkılar sağlayacak. Şu anda inşaat sektörüne özel önemli bir drone projesine danışmanlık yapıyorum...”
Günün en etkili iletişim kanalı: Youtube
“Dört yıl önce bir seminer için Fırat Üniversitesi’ne gittiğimde Mert Sezer ile tanıştım. ‘Abi gel seninle inşaat mühendisliği ve hayata dair bir video kanalı kuralım, orada her şeyi konuşalım’ demişti. İstanbul’a döner dönmez kolları sıvayıp ‘2 Mühendis’ Youtube kanalımızı kurmuştuk. Bugün iki yüzün üzerinde videomuz ve on beş bine yakın takipçimiz var...”
İnşaat sektörüne özel proje yönetimi dersleri veriyorum
“Salgın sonrası dijital ortamda inşaat sektörüne özel proje yönetimi dersleri vermeye başladım. PMI’ın proje yönetim mantığı ile inşaat projelerinin yapım metodolojisini iç içe geçirerek bir eğitim hazırladım. 14 saatlik PMI’ın akredite ettiği bir eğitim. Konuları olabildiğince örneklerle, kendi yaşadıklarımla anlatmaya gayret ediyorum...”
Sektör zor, riskli ve meşakkatli olanı yapıyor ama bu yeterli değil
“ENR listesinde inşaat taahhüt işlerinde Çin’in arkasından ikinciyiz. Dünyanın her yerinde müteahhitlerimiz çok iyi işler yapıyorlar. Oysa ki Proje Yönetiminde de aynı şekilde ilerleyebilseydik bugün sektör çok daha iyi bir noktada olacaktı. Biz işin nasıl yapılacağını, ‘Know-how’ını biliyoruz, ama işin planlamasında ve para ile ilişkilendirilmesinde yeterince iyi değiliz. Uluslararası bir projenin sadece yapımını değil, müşavirliğini de alabilirsek o zaman yurtdışına tasarım ve malzeme de ihraç edebiliriz...”
Planımız ve programımız genelde şaşıyor
“Biz ne yazık ki projelerimize yeterli ön çalışmayı yapmadan başlıyoruz. Teklif aşamasında da, yapım aşamasında da bu böyle. Onun için de planlarımız genelde şaşıyor. Bir şehir efsanesi de olabilir, bir Japon Mühendis bizimkilere demiş ki, ‘Biz iki yıl ön çalışma yapıp altı ayda bitiriyoruz; siz altı ay ön çalışma yapıp iki yılda bitiriyorsunuz’... Burada ne kadar sürelik bir ön çalışmanın efektif olduğunun hesabını doğru yapabilmek önemli. Ama unutulmamalı ki ön çalışmanın maliyeti çoğu zaman yapım maliyetinden daha ucuzdur...”
İşe alımlarda iş bilgisinden çok “öğrenme potansiyeli” önem kazanıyor
“Bence artık iş tecrübesinden ve bilgisinden çok ‘öğrenme ve yapabilme potansiyeli’ önem kazanıyor. Bilmek eskisi kadar öncelikli değil. Bildiğin şeyin içeriği çok kısa sürede değişiyor. Kişinin öğrenme potansiyeli bu noktada çok daha fazla önem kazanıyor. Tabii ki bir programı bilmek önemli ama o program iki sene sonra işlevsiz kaldığında yeni bir programı öğrenme yetin, kabiliyetin ve hevesin var mı? Öğrenmeye iştahlı mısın? Artık öne çıkan değerler bunlar... İnsan kaynakları departmanları da klasik özgeçmiş değerlendirmesinden çok böyle bir yaklaşıma odaklanmalı...”
Bu kadar çok inşaat mühendisine ihtiyaç yok
“Gereğinden fazla üniversite açıp, gereğinden fazla kontenjan yükseltip, gereğinden fazla inşaat mühendisi mezun ediyoruz. Bu kadar inşaat mühendisine ihtiyacımız olmadığını düşünüyorum. Böyle olunca, arz ve talebe göre puanlar düşüyor, puanlar düşünce daha düşük kapasiteli öğrenciler inşaat mühendisliği bölümlerine giriyor. Bu arkadaşlar da mezun olduklarında mesleği yapmakta zorlanıyorlar. Sonra ne oluyor? İnşaat mühendisliği diplomasına sahip gençler şantiyelerde tekniker, hatta kalfa gibi kullanılıyorlar. Böyle olunca artık bu mühendisin yeterince bir ücret talep edebilme imkanı da olmuyor; asgari ücrete, bazen bunun da altında çalışmayı kabul etmek durumunda kalıyor. Ben 87’de mezun olduğumda yeni mezun bir inşaat mühendisi yaklaşık dört asgari ücret tutarında bir maaş alıyordu...”
Sürekli nefes verilmez; nefes almak da gerekir
“İş, üretim, yarattıklarınız... Tüm bunlar nefes vermedir. Fakat sürekli nefes verilmez; nefes almak ve beslenmek de gerekir. Almanların sevdiğim bir sözü vardır, ‘Neyle besleniyorsanız osunuz’ derler. Sanat, özellikle de edebiyat bu anlamda önemlidir benim için. 30’lu 40’lı yaşlarda, ne yazık ki yeterince okuyamadım. 30’lu yaşlar iş hayatının, 40’lı yaşlar kendi işimi kurup, şekillendirmenin yoğunluğuyla geçti. Fakat 50’lerde her şey biraz daha oturmaya başlayınca okumaya daha fazla vakit ayırabiliyorum. İyi okuduğum dönemlerde yılda ortalama 100 kitap okuduğumu söyleyebilirim. Bu da haftada iki kitap ediyor. Bence daha da artırmalıyım...”
Hikaye ve bir Proje Yönetim kitabı üzerine çalışıyorum
“Okumak kadar yazmayı da seviyorum. Bugünlerde bir hikaye kitabı ve bir proje yönetimi kitabı üzerine çalışıyorum. Henüz yayınlanmamış çok sayıda hikayem var. Ama kitaplaştırmadan önce üzerinde çalışmam gerekiyor. Kendi yaptığım hiçbir işi kolay kolay beğenmiyorum. Bir de sinema ve tiyatro, benim için olmazsa olmazlardan. Film festivallerini, özellikle Film Ekimi’ni hiç kaçırmam. Hatta biraz abartıp, bir festivalde 25 filme gitmişliğim de vardır. Bir keresinde hatırlıyorum, Kadıköy Reks’te bir gün sabah 11.00’den gece 24.00’e kadar beş filmi üst üste seyretmiştim. Geçen yıl salgında hiçbir yere çıkmama rağmen Film Ekim’inde bir haftada Kadıköy Sineması’nda beş filme gitmiştim. Ama maske ve buğulanan gözlüklerle film seyretmek çok zor olmuştu...””
Futbol, gerçek hayatta da ders alınabilir bir şey...
“Ciddi bir Fenerbahçeliyim... Uzun yıllar kombine biletim vardı. Son zamanlarda biraz üzülüyoruz ama her şey gibi bu da geçecek diye düşünüyorum. Ama bizimkisi biraz uzun(!) sürdü galiba. Futbolun iyi oynananı, takım önemsemeksizin bana büyük keyif verir. Sokak arasında maç yapan çocukları görsem durur seyrederim. Dayanamayıp bağırırım da ‘kafanı kaldır, boş arkadaşına pas ver’ diye... Futbolun içindeki matematiği seviyorum. Biz hep topu seyrediyoruz ama asıl oyun topsuz bölgede oynanıyor. Boş alanları ne kadar iyi değerlendirirseniz golü bulmanız kolaylaşıyor. Bence futbol sadece topun peşinden koşmak değil. Bir futbolcunun kalitesini anlamak isterseniz, topu ilk kontrol edişine bakılması gerektiğine inanırım. İş hayatında da öyle değil midir; bir sorunla karşılaştığında onu nasıl kontrol ediyorsun, bu önemlidir. Barcelona’nın ünlü oyuncusu Iniesta bir röportajında, altyapıda öncelikle kendilerine kaybetmeyi öğrettiklerini söylüyordu. Kaybedince kendini nasıl koruyacaksın, moralini nasıl yüksek tutacaksın, rakibin kaybettiğinde ona olan saygını nasıl kaybetmeyeceksin?.. Spor, bu boyutuyla algılandığında alınan keyif çok daha yükseliyor...”
En sevdiğim oyun: Satranç
“Eniştem, Türkiye şampiyonu bir satranççıydı. Bana da ilkokuldayken satrancı öğretmişti. Çocukluk, gençlik yıllarımda kuzenimle ne zaman bir araya gelsek satranç oynardık. Beni her zaman yenerdi ama ben yenilsem de onunla oynamaktan büyük bir keyif alır, yeni oyunlar öğrenirdim. Yenilgiyle baş etmeyi, kazanıp, kaybetmekten daha önemli olanın ‘oynamak’ olduğunu küçük yaşta ondan öğrendiğimi düşünürüm. Satrancın bana kazandırdığı en önemli yeti, bir hamle sonrasını değil, beş altı hamle sonrasında ne olacağını düşünme alışkanlığıdır...”
Kendimi tek bir kelimeyle anlatabilsem
“Kendinizi tek bir kelime ile anlat deseler o kelime benim için ‘Vazgeçmemek’ olurdu. Girdiğim bir işten ne kadar dayak yesem de kolay kolay vazgeçmem. Ama bazı durumlarda fazla zarara uğramayı beklemeden vazgeçebilmeyi de bilmek gerekiyor...”
İnsanlar beni nasıl tanır?
“Yeni tanıştığım kimselerden de eski dostlarımdan da en çok duyduğum söz pozitif enerjidir...”
Tüm bunlara nasıl vakit ayırıyorsunuz?
“Farkında olmadan küçük yaşlarımdan itibaren Proje Yönetimini hayatıma yansıttığımı düşünürüm. Proje Yönetimi, bir işi istenen zamanda, istenen maliyette, istenen kalitede gerçekleştirmektir. Zamanımı planlamaya, enerjimi boşa harcatacak işlerle vakit kaybetmemeye özen gösteririm. Hayatımda hep sevdiğim işleri yapmaya çalıştım. Sevmediğim işlerden de, ortamlardan da, insanlardan da uzak durmaya gayret ettim. Böyle olunca tutku eşiğiniz de yükseliyor. Yaptıklarınıza daha bir tutkuyla, aşkla bağlanıyorsunuz...”
Başarı, istediğin hayatı yaşamaktır
“Benim için başarının tek bir tanımı vardır; o da insanın istediği hayatı yaşaması... Pozisyonların, tanınırlığın, kazanılan paranın hepsinin üzerindedir bu...”
Bana okuma sevgisini kazandıran iki kadın: Tahire Hocam ve Türkan Teyzem
“İlkokul hocam Tahire Ayatar, ‘Ne bulursan oku, hayatta bundan daha eğlenceli bir şey yok’ derdi. O sözleri hala kulağımdadır. Çocukluğumda böyle naylon torbalar yoktu, pazar alışverişlerinde gazete sayfalarından yapılan kesekağıtları kullanılırdı. Şimdi düşünüyorum da cep telefonumuz yokmuş ama o yıllarda daha medeniymişiz. Manavdan meyve aldığımda hem içindeki eriği, kirazı tırtıklar hem de kesekağıdının üzerindeki yazılı haberleri okurdum. Bugün de yerde yırtık bir gazete parçası görsem hemen okuyorum...”
“Türkan Teyzemi ise muhtemelen hepiniz tanıyorsunuz... Türkan Saylan... Kendisi babamın Kandilli İlkokulu’ndan sınıf arkadaşıydı. Son zamanlarına kadar hiç ayrılmadılar. Bize her geldiğinde elinde bir klasik kitap getirir, ‘Bir dahaki gelişimde bu kitap bitmiş olacak’ derdi. Klasikleri küçük yaşımda onunla tanımıştım. Her ikisini de saygı ve rahmetle anıyorum. Huzur içinde uyusunlar...”
Sona geldiğinizde...
“Çocukluğumda, nasıl çalıştıklarını görmek için başından kalkmadan kurcaladığım oyuncaklar gibi dünyayı da hayatı da kendimi de hep daha iyi anlamaya çalıştım. Zaman zaman elimi kanatan, canımı acıtan oyuncaklar olsa da bugün geçmişe baktığımda yaşadıklarımdan büyük bir keyif aldığımı söyleyebilirim. Sanırım önemli olan da bu; ‘sona geldiğinizde’, bu dünyanın bana ihtiyacı varmış, iyi ki var olmuşum diyebilmek.”
3 Nisan 2022
Türkiye'nin en ESKİ ve en çok ZİYARET EDİLEN şantiyesi: ŞANTİYE®...
İnşaata dair "KAYDADEĞER" ne varsa... 1988'den bu yana...
Şantiye®nin ürettiği, derlediği ve yayınladığı içeriklerde öncelik “KAMUSAL YARAR”dır...
Ve yayınlanan içeriğin “ÖZEL” olmasına özen gösterilir...
BASILI DERGİ + E-DERGİ + SANTİYE.COM.TR + SOSYAL MEDYA + DİJİTAL PLATFORMLAR...
İnşaat sektörünün buluşma noktası Şantiye®, “Güven”i temsil eden “Basılı bir Yayın” olma özelliğinin yanı sıra yenilenen web sitesi, Turkcell Dergilik ve Türk Telekom E-Dergi gibi mobil uygulamalardaki varlığı, 42 bin E-Bülten abonesi ve 85 bin sosyal medya takipçisi-bağlantısıyla inşaat sektörünün en önemli iletişim platformlarından biri olmaya her ortamda devam ediyor... 1988'den bu yana...
Şantiye® ayrıca yapı sektörüne "Şantiye'nin Yıldızı Ödülü", "Yılın Yeşil Yapı Malzemesi / Teknolojisi Ödülü" ve "Şantiyeden Kareler Fotoğraf Yarışması" gibi farklı organizasyonlarla da katkı sunuyor.
Şantiye®nin son sayısı da dahil 1988 yılından bugüne kadar yayınlanan TÜM SAYILARINA E-Dergi olarak göz atmak için lütfen tıklayın...
Şantiye®, başta ABONELERİ olmak üzere 2020-2024 yıllarında ilan veren firmalar ABS Yapı, Akyapı, Alumil, Anadolu Motor (Honda), Alkur, Ak-İzo, Altensis, Arbiogaz, Aremas, Arfen, Assan Panel, Asteknik, Atos, Batıçim, Baumit, Betek, Betonblock, Borusan CAT, Bosch Termoteknik, Bostik, BTM, Buderus, Bureau Veritas, Çimsa, Çuhadaroğlu, Çukurova Isı, Duyar Vana, DYO, Efectis ERA, Ekomaxi, Elkon, Emülzer, Eryap, Filli Boya, Fixa, Fullboard, Form Endüstri Ürünleri, Form Endüstri Tesisleri, Form MHI (Mitsubishi Heavy Industries) Klima, Garanti Leasing, GF Hakan Plastik, Gökçe Brülör, Grundfos, Hilti, IQ Alüminyum (by Deceuninck), İNKA, İntek, İpragaz, İstanbul Teknik, İzocam, İzoser, Kalekim, Knauf, Knauf Insulation, Komatsu, Köster, Kuzu Grup, LG, Marubeni, Masdaf, Master Builders Solutions, MBI Braas, Meiller Kipper (Doğuş Otomotiv), Messe Frankfurt, Messe München/Agora Tur., Mekon, Mitsubishi Chemical, Nalburdayim.com, NETCAD, ODE, Ökotek, Özler Kalıp, Özpor, Panasonic, PERI, Pimakina, Polyfibers, Polyfin, Prometeon, Ravago, Rehau, Saint Gobain Türkiye, Saray Alüminyum, Schüco, Selena (Tytan), Sentez Mekanik, Serge Ferrari, Shell, Siemens, Sistem İnşaat, Soudal, Sika, Şişecam, Temsa, TMS, Tekno Yapı, Türk Ytong, Tremco illbruck, Vaillant, Vekon, Wermut, Wilo ve Xylem’in değerli katkılarıyla hazırlanmaktadır.
ABONE OLMAK İÇİN
Bir yıllık abonelik bedelimiz olan 1200 TL (6 Sayı, KDV Dahil)'yi TR70 0001 0008 5291 9602 1550 01 IBAN no’lu hesabımıza (Ekosistem Medya) yatırıp; ardından dekontu, açık adresinizi ve fatura bilgilerinizi (şahıs ise TC kimlik no; firma ise vergi dairesi-numarası) santiye@santiye.com.tr adresine e-posta veya 0532 516 03 29 no’lu telefona WhatsApp / SMS aracılığıyla ulaştırabilirsiniz.