MAA (Melike Altınışık Architects)’nın Kurucusu Melike Altınışık, geçtiğimiz günlerde açılışı gerçekleştirilen ve İstanbul ile ülkenin en ikonik yapılarından biri haline gelen Çamlıca TV Kulesi’nin mimarı... Altınışık, Sakarya’daki “perili konak” ve çiftlikte geçirdiği çocukluk yıllarından Almanca eğitim aldığı İstanbul Kız Lisesi günlerine, dereceyle girip çıktığı İTÜ Mimarlık Fakültesi yıllarından Londra’da Architectural Association’daki eğitimi ve Zaha Hadid’in ofisinde geçirdiği yıllara, Çamlıca TV Kulesi’nin inşa edileceğini öğrendiği anlardan Kule’nin şantiyesinde yaşadığı tecrübelere kadar tüm yaşam öyküsünü Şantiye® okurlarıyla paylaşıyor...
“Zorlu bir doğum süreci sonunda hayata gözlerimi açmışım... İsmimse, ailem kız çocuk istediğinden, cinsiyetimi bilmemelerine rağmen öncesinde belliymiş... Sakarya, 1980 doğumluyum... Baba tarafından büyükbabalarım Antalya Elmalı’yla bir bağları olmakla birlikte ailem ağırlıklı olarak Balkan kökenli... Babaanne tarafım da 1930’larda Bulgaristan’dan İstanbul, Erenköy’e yerleşmişler... Uzunca bir süre ahşap kagir bir konakta yaşamışlar... Büyükbabam St. Joseph’te bir müddet okumuş; fakat ardından, 1920 sonlarında babasının yanına Adapazarı’na çağrılmasıyla mecburen okulu bırakıp Adapazarı’na gelmiş ve aile işi olan sarraflıkla uğraşmış. Büyükbabam, herhalde St. Joseph’in etkisiyle Fransız kültürünü çok severdi. Birkaç dil de bilirdi. Zihninden dörtlü rakamları dörtlü rakamlarla çarpabilen oldukça zeki biriydi. Ona bu tip hesap soruları sorup, elimizde hesap makineleriyle söylediklerini kontrol etmek çocukken keyif aldığımız bir etkinlikti. Erenköy Kız Lisesi’nde eğitim gören babaannemle ise, aynı okulda okuyan kız kardeşi, yani büyük hala vasıtasıyla tanışıp 1940’ta evlenmişler. Tabii ki babaannemin hayatı da Sarraf Mehmet Bey ile evlenmesinden sonra Adapazarı’nda devam etmiş. Anne tarafım da Yugoslavya’dan Sakarya’ya gelip yerleşen bir aile. Dolayısıyla benim gibi anne ve babam da Sakarya doğumlular...”
O “Büyülü ve Perili Ev” 99 depreminde maalesef yıkıldı
“Çocukluğumdan hatırladığım, yaşanmışlığımın çokça olduğu, anılarımda önemli izler bırakan önemli bir yapı, çocukluğumdaki ‘büyülü’, ‘perili’ büyük ev... Aslen Sarraf Mehmet Altınışık ve Vasfiye Altınışık’ın uzun yıllar çocukları ile birlikte yaşadığı tarihi kagir 12 odalı bir konak... 1880 yılında Ermeni bir aile tarafından yaptırılmış. 1. Dünya Savaşı’nda hastane olarak kullanılmış. 1920 yılında büyükbabanın babası Ermeni aileden satın almış. Babam orada doğmuş, yetişmiş ve evlenene kadar orada yaşamış... Merdivenler ile önce taşlığa varılır, oradan da konağın çift kanatlı dev kapısından içeriye girilirdi. Ön cephede iki tane büyük balkonu vardı. Konağa girince büyük bir hol karşılardı. İki katlı konağın her katında yer alan 6’şar oda bu hole açılırdı. Ayrıca mutfağın olduğu ara bir kat, bir Bodrum katı, arka bahçesi vardı. Bazı odalar hep kitli olurdu. Kuzenlerimle gizli operasyon ile anahtarlarını bulmaya çalışıp, içlerinde ne var keşif seferlerine çıkardık. Büyük evi her ziyaretimiz benim için ayrı bir büyü, ilham ve keşif içerirdi. 1999 depreminde çok hasar gördü ve akabinde maalesef yıkıldı. Umarım yakında ailemiz tarafından tekrar aslına uygun inşa edilecek..."
"Ben de depremin olduğu gün Sapanca’daydım. Üniversiteye başlayacağım günlerdi. Dolayısıyla depremi en derinden yaşayanlardandım. Kimi aile dostlarımızın, kimi akrabalarımızn ve tabii ki bir kentin, bir mahalle dokusunun, kentin hafızasının 45 saniye içinde yok olmasına şahit olmak çok farklı bir deneyim sunmuştu. Deprem birçok hafızayı sildi, süpürdü. Birçok şey artık sadece hatırlamak istediğim gibi olacak...”
Altınışık Çiftliği...
“Bizim ev ise kentin çeperinde bir çiftlik eviydi. Ailem evlendiklerinde önce şehir merkezindeki bir apartman dairesinde yaşamaya başlamışlar. Ama benim doğumum ile karar vermişler ve şehir çeperinde aileye ait olan çiftliğe yerleşmişler. Herkes ilk başta yadırgamış, apartman yerine neden böyle bir tercih yapmalarını. Ama babamın doğaya olan merakı her şeyin önüne geçmiş. Bir nevi hem kent içinde hem de doğa ve hayvanlarla birlikte yaşadım uzunca bir süre… Tavuklar, horozlar, hindiler, tavşanlar, inekler, kuşlar, ipek böcekleri, çeşitli meyve ağaçları ile çevrelenmiş keyifli bir ortamda 12 yaşıma kadar bulundum... Çiftliğin dev bir çift kapılı ahşap kapısı vardı, üstünde Altınışık Çiftliği yazardı. Böyle bir ortamda bir süre de olsa yaşadığım için kendimi hep çok şanslı görmüşümdür. Tabi yıllar içinde kent gelişti, büyüdü ve kentsel dönüşümle birlikte çiftlik, dokuya aykırı kaldığından yerine başka evler, siteler yapıldı...”
Hata yapabilme özgürlüğüm vardı
“İlkokulu bitirdikten sonra kendi isteğim ve ailemin de teşvikiyle eğitim hayatıma İstanbul’da devam etmiştim. İstanbul’daki aile olanaklarımızdan da yararlanıyordum. Bu anlamda yalnız olmayı, tek başıma ayaklarımın üzerinde durabilmeyi o yaşlarda öğrendiğimi söyleyebilirim. Sağ olsunlar ailem de bana o firsatı vermişti. Kendi kararlarımı verme ve hata yapabilme özgürlüğüm vardı. Hatadan korkmamayı, hata yapsam da ondan ders çıkarabilecek vizyon geliştirmemi sağlıyorlardı. Mesela 15 yaşımdan itibaren tek başıma benden 10 yaş büyük kuzenimle birlikte yurtdışına seyahat edebiliyordum. İlk Avrupa ve Amerika seyahatlerim hep o yaşlara denk gelir. Bu da bireyin gelişmesinde bence çok önemli bir fırsat. O yüzden aileme hep minnettarlık duyarım...”
Rol modelim babaaannemdi
“Çocukken babaanneme sevdalıydım... Çok sever, birlikte vakit geçirmekten keyif alırdım. Ama geçtiğimiz yıllarda kendisini maalesef kaybettik. Rol modelimdi. Erenköy Kız Lisesi’nde başarılı bir öğrencilik döneminin ardından üniversite eğitimine devam etmek yerine evlenip Adapazarı’na gelmiş olması, içinde bir burukluk yaratmıştı. Eğitime önem verirdi. Zannediyorum bu nedenle de tüm çocuklarının iyi eğitim almasına gayret etmişti. Çocukluğumda, büyükbabamla dünya seyahatlerine çıkarlar, ben de seyahatlerinden dönüşlerini beklerdim. Babaannemden masal dinler gibi gezi anılarını dinlemek ve hayallere dalmak çok hoşuma giderdi...”
Babam inşaat mühendisi
“Babam bir inşaat mühendisi. Gençlik yıllarında aile işi olan sarraflıkla da ilgilenmiş ama sonrasında kendi mesleğini, yani inşaat mühendisliğini yapmaya başlamıştı. Akabinde de kendi inşaat firmasını kurdu. Sanata ve bilime meraklıdır. Bergama tapınağındaki savaş sahnesinin heykelini 3 metreye 3 metre bir gazbeton malzemeden duvara oymuştu. Ben de bir yıl kadar asistanlığını yapmıştım. Birlikte renkli vitray tasarımları yapardık. Ahşap heykeller oyar, ben yine asistanlığını üstlenirdim. Annem de çok yetenekliydi. Kardeşimle kıyafetlerimizi tasarlardı ve bize özel kombinler dikerdi. Bu tecrübelerin bende çok yönlü düşünebilme ve çeşitli malzemelerle ilişki kurabilme gibi bazı özellikler kazandırdığına inanıyorum. Yaşım ilerledikçe asistanlıktan kendi tasarımlarımı yapmaya doğru ilerlemişim. Ölçekler arası tasarım ve farklı malzeme, teknoloji ve yöntemlerle olan ilişkim büyük ihtimalle o yıllardan geliyor anlaşılan...”
Alman disiplini...
“Ortaokula, eski adıyla İstanbul Kız Lisesi, yeni adıyla Cağaloğlu Anadolu Lisesi’nde başladım. Eğitim Almancaydı ve hocalarımın büyük çoğunluğu Alman’dı. Galatasaray Lisesi’ni sınavda bir soru ile kaçırmıştım. Bu durum, Fransız kültürü sevdalısı büyükbabamı biraz hayal kırıklığına uğratmıştı ama benim okulum da fena bir okul değildi... Almanca eğitim almak ve hocalarımızın büyük çoğunluğunun Alman olması bana farklı bir anlayış kazandırıyordu. O disiplinin hayatıma çok yansıdığını söyleyebilirim. Genel olarak başarılı bir öğrenciydim. Ama bu başarı hiçbir zaman benim için bir hedef değil, tam tersine bir sonuçtu. Çalışkan bir kişiliğe sahibim. Çocukluğumdan beri bir problem verildiğinde, yılmadan çok yönlü araştırma yapmaya önem veririm. Genelde kız çocukları bebekleriyle oynarken ben puzzle yapmayı severmişim...”
Lisede, mimarlık okumaya karar vermiştim
“Belli bir yaşa kadar, ileride tasarımla ilgili bir şeyler yapacağımı tahmin ediyordum; fakat özellikle lisede artık mimarlık okuyacağım konusunda kararımı vermiş sayılırdım. Büyük ihtimalle babamın üzerinde çalıştığı projelerden etkilenmiş olabilirim; 14 yaşlarındayken aileme ileride yaşayacakları evi tasarlamışım. Bugünden bakınca barok bir tasarımı olduğunu hatırlıyorum. Detaylı planını çizmişim. Evin girişinde kütüphane, ortada tüm odaların açıldığı, içinde piyanosu, şöminesi ile büyük bir salon tasarlamışım. Mimarlıkla ilişkim aslında öyle öyle başlamış. Adım adım mimar olma yolunda ilerlemişim...”
ODTÜ Mimarlık, Hacettepe Tıp, İTÜ Mimarlık...
“Lisede, çok yakın bir kız arkadaşımla mimarlık eğitimimizi ODTÜ Mimarlık’ta almaya karar vermiştik. 1999 yılında girdiğimiz sınavda sadece tek bir tercih yapmayı ve ODTÜ’ye girmeyi planlıyorduk. Fakat o zamanki sınav sistemine göre sınav puanınızı bilmeden genel başarınıza göre tercihlerinizi yapmanızı gerekiyordu. Sınavınız kötü geçtiği taktirde ise sizi istenmeyen bir gerçeklik bekliyordu. Ancak biz kendimizden de emindik... Yıl içinde başarı ortalamamıza göre çok rahat bir şekilde dileğimizi gerçekleştirebiliyorduk. Tek tercih yapılacak, o da ODTÜ olacaktı... Tabii ki ailemin biraz da olsa ısrarı üzerine toplam 3 tercih yapmıştım. Tek tercih yaptığımda, ODTÜ olmazsa, ne kadar yüksek puan alırsam alayım o sene başka bir okula girme şansını kaybediyordum. Planıma göre sınavım ya iyi geçecek ve zaten emin olduğum durum olacaktı ya da kötü geçecek ve 3. tercihim gerçekleşecekti. Her ihtimalde mimarlık eğitimi alacaktım. Dolayısıyla tercih listeme, annemin gönlü olsun diye araya Hacettepe yazıp, sona da İTÜ Mimarlık Fakültesi’ni eklemiştim. İyi ki de dediklerini yapmışım, çünkü sınavım beklediğim gibi geçmemiş ve bir soru ile ODTÜ’ye giriş yapamamıştım. Kader ağlarını örtmüştü. Sonuç itibariyle İTÜ Mimarlık Fakültesi’ni ilk sıralarda kazanmıştım. Ama şimdi düşünüyorum da iyi ki mimarlık eğitimimi Taşkışla’da İTÜ Mimarlık Fakültesi’nde aldım. Çünkü 20’li yaşlarımda İstanbul’u yaşamak ayrı bir güzellikti. Kentin kültürel ve mimari anlamda sunduğu zenginliği fark edince hem İTÜ’den hem de İstanbul’da mimarlık eğitimi almaktan son derece memnundum...”
Taşkışla’nın kapısından girdiğinde hikaye kendiliğinden başlıyordu
“Her seferinde beni ayrı etkileyen Taşkışla binası ve o etkileyici giriş kapısı... O tarihi ahşap kapıdan içeri girdikten sonra hikaye kendiliğinden başlıyordu. Issız dev koridorları, o güzelim orta bahçesi... Beklenmedik karşılaşmaların mekanı Taşkışla... Okulda, kariyerimde çok önemli yeri olan birçok değerli zihinle tanışma imkanım oldu. Değerli hocaların her birinin bugün özel üniversitelere dağılmadığı şahane yıllardı. İTÜ’nün bana kattığı vizyon bugünkü Melike’de çok önemli yere sahip. Hocaların, projelerin, konferans ve etkinliklerin hepsi ayrı ayrı çok değerliydi...”
Birincilikle bitirdiğim fakültede de disiplinli bir öğrenciydim
“İlk sıralarda kazandığım ve sonunda birincilikle bitirdiğim İTÜ Mimarlık Fakültesi’nde de çalışkan ve disiplinli bir öğrenciydim. Kendime farklı bir düzen kurmuştum. Üniversite yıllarımda Etiler tarafında tek başıma yaşıyordum. Hafta içi hiç aksatmadan stüdyoya ve derslere konsantre oluyor, hafta sonlarını ise dersler ile bağımı koparıp dinlenmeye ve eğlenmeye ayırıyordum. Dönem arkadaşlarım da bu keskin geçişe biraz şaşırırlardı. İyi ki öyle yapmıştım; çünkü artık mimarlık hayatımın her anında, hafta içi ya da sonu ayrımı olmadan neredeyse 7/24 var...”
Bana en uygun yerin AA olduğuna karar vermiştim
“Fakülteyi bitirdikten sonra önce İTÜ Mimari Tasarım bölümünde yüksek lisans programına başlamıştım. Fakat çok geçmeden, aslında daha başka bir eğitim almam gerektiğini anlamıştım. Nihayetinde lisans eğitimi gördüğüm okulda aynı ekosistem dahilinde eğitime devam ediyordum. Tabii ki önemliydi; ama ben başka bir deneyim edinmem gerektiğine inanıyordum. Yurtdışı iyi bir fikirdi. Arkadaşlarımın bir kısmı o zamanlar popüler olan İtalya’yı tercih ediyorlardı. Bense araştırmalarımın ardından bana en uygun yerin, mimarlık alanında dünyadaki en önemli kurumlardan Londra’daki Architectural Association (AA) olduğuna karar vermiştim. Referans mektubumu ise, Tabanlıoğlu’nun yanında ofis stajımı yaparken tanıştığım Süha Özkan’dan almıştım...”
Londra yalnızlık hissetmediğim bir şehirdi
“AA Tasarım Araştırmaları Laboratuvarı Master Programına, İTÜ’nün ilk üçü olarak Elif Erdine ve Sevil Yazıcı arkadaşlarımla birlikte kabul edilmiştik. Eğitim hayatımızdaki birliktelik kariyer yolculuğumuzda da devam etti. Birlikte, Zaha Hadid Architects Londra ofisinde çalışma imkanımız oldu. Elif ve Sevil yaklaşık üç senenin ardından akademik hayata dönmeye ve doktora yapmaya karar vermişlerdi. Benim Zaha serüvenim ise yaklaşık 7 yıl kadar sürdü. Yani Londra, hem önceki seyahatlerimden kısmen bildiğim, yabancılık çekmediğim hem de yalnızlık hissetmediğim bir şehirdi...”
Eğitimimizi ters yüz etmişlerdi
“AA’de çok farklı bir eğitim aldığımızı söyleyebilirim. Öncelikle lisans eğitimimizi ters yüz etmişler, bilgilerimizi tabiri caizse kafamızdan boşaltmışlar, sonra tekrar doldurmuşlardı. Amaç, bakış açımızı genişletmekti. Özellikle İngilizlerin mottosu ‘imkansızı nasıl yaparız’ı kavramak vaktimizi almıştı. O süreç açıkçası bizi biraz zorlamıştı ama keyifli bir eğitim atmosferi vardı...”
Yüksek lisans eğitimim 16 ay sürdü
“AA Tasarım Araştırmaları Laboratuvarı’ndaki yüksek lisans eğitimim 16 ay sürdü. Ekip çalışması yapılıyordu. Ekibimde bir Alman ve bir Lübnan’lı mimar ile birlikte Kentsel Lobi Tez projemiz üzerine çalışıyordum. Zorlu bir üçlüydük. Üçümüz de zor karakterli mimarlar olduğumuzdan başlarda pek kolay anlaşabildiğimizi söyleyemem. İyi bir iş çıkaracağımız belliydi ama elbette sürecin kolay olmasını beklemiyorduk. Dolayısıyla ilk 12 ay gerçekten sıkıntılı geçmişti. Bir vakit sonra ekip olmayı başarıp ve en sonunda başarılı bir proje teslim edebilmiştik...”
Zaha Hadid’den iş teklifi almıştık
“Projemizin başarısı, yüksek lisansımızın bitirme jüri değerlendirmesinde oldukça işimize yaramıştı. Yıldız mimarların karşısına çıkıp proje anlatmak çok değerli ve önemli bir deneyimdi. Final jürimizin akabinde jüride yer alan Zaha Hadid ve partneri Patrik Schumacher’den aldığımız iş teklifi ile 2006 yılı itibariyle bu sefer kariyerimde bambaşka bir serüvene yelken açmıştım...”
Hadid’in ofisinde yaklaşık yedi sene çalıştım
“Zaha Hadid’in Londra ofisinde 2006’dan 2012’nin sonlarına kadar, yaklaşık yedi sene çalıştım. İşe başladığımda ilk projem, o zamanlardan Türkiye için de önemli bir projesi olan Kartal-Pendik Kentsel Tasarım Yarışması olmuştu. Yarışmaya yönelik ofis içinde, biri deneyimli, biri de benim gibi genç bir mimardan oluşan, ikişer kişilik yirmiye yakın tasarım grubu kurulmuştu. Her grup projeye yönelik fikir üretiyordu. Bu çalışmanın değerli tarafı ise, önerdiğim fikrin seçilip yarışma projesi için geliştirilmeye uygun bulunmasıydı. Tabii üzerine çok fazla katkılar konuldu ama yine de projenin önerdiğim düşüncelerin üzerine inşa edilmesi benim için bir gurur vesilesi olmuştu. Zaha’yı da belki en çok gördüğüm zamanlar o zamanlardı. Hadid, o dönem de saygı duyulan ünlü bir mimardı ama sonrasında hepten meşhur olduğu süreçleri henüz yaşamamıştı...”
Pritzker ile bir eşik aşılmıştı
“ZHA’da özellikle 2004 Pritzker Ödülü’nün ardından ofiste ciddi bir büyüme yaşandı. Söz konusu o ödülle bir eşik aşılmıştı. Benim çalışmaya başladığım 2006 yıllarında 80 kişilik bir ofisken, ayrıldığım 2012 yılı sonunda çalışan sayısı 400’ü bulmuştu. Her geçen yıl alınan işlerin kapasitesi ve işverenlerin profilleri değişiyordu. İşveren profilinin değişmesi demek, o büyüme yolundaki kanalların açılması anlamına gelir. Bu süreç de ZHA ofis sistemi içerisinde çok iyi yönetiliyordu...”
Bilginin merkezi bir mimarlık ofisiydi
“Süreçte böylesine özel bir ofisin uluslararası platformda nasıl büyüdüğünü, nasıl kurumsal hale geldiğini, Zaha’nın rolünün yıllar içinde nasıl değiştiğini görme fırsatı buluyordum. ZHA bilginin merkezi bir ofisti ve Zaha ise rol modelimizdi. Her altı ayda bir, altı ay sonra ayrılacağım derken, senelerin nasıl geçtiğini anlayamıyordum. ZHA’den ve oradaki zihinlerden, bilginin merkezinden vazgeçmek inanılmaz zordu. Çok değerli zihinlerle bir aradaydık ve bu kolektif zeka, yapılan işlerin kalitesine yansıyordu. Tabiri caizse, zekaya aşık biri olarak o kadar zekanın yarattığı sinerjiden vazgeçemiyordum. Dolayısıyla yedi seneye yakın çalıştığım Zaha Hadid’in ofisinde ciddi tecrübeler edinmeye devam ediyor, uluslararası projelerde yer alıyordum...”
26 yaşımda önemli sorumlulukların altına girmiştim
“Hadid’in ofisinde en dikkat çekici şeylerden biri, gençlere fırsat ve sorumluluk verilmesiydi. Ben de bu durumdan faydalanıyor ve ciddi tecrübe ediniyordum. 26 yaşım itibariyle önemli sorumlulukların altına girmiştim. Yaşın değil, başın önemli olduğunu aslen orada öğrenmiştim. Projeler de, sorumluluklar da büyüktü...”
Londra’da sekiz sene fazlasıyla yetmişti
“ZHA’de kariyerimle yıllar geçerken diğer taraftan Londra’nın bütün kültürel ve sosyal olanaklarından da faydalanıyordum... Fakat yurtdışında yaşayanlar bilir; metropollerin üç-beş yıllık döngüleri vardır. Bu süreçte çevreniz tamamen değişir. O şehre herkes belli bir amaç ve belirli bir süre için gelmiştir ve o süre genelde 3-5 senelik döngüler içerir. Sonra çoğu insan memleketine dağılır. Çok az kişi kalır. Ben sekiz yıl yaşadığım Londra’da neredeyse üç döngüye şahit olmuştum. Açıkçası sekiz sene fazlasıyla yetmişti... 32 yaşımdaydım ve kendimi gelecek açısından kritik bir dönemde hissediyordum. Aileme yakın olmam, kendi topraklarımda yaşamam beni kesinlikle çok daha iyi hissettirecekti. Bir karar vermem ve eyleme geçmem gerekiyordu. Nihayetinde, kendi beyaz sayfamı açma kararı aldım ve 2013 yılında İstanbul’a geldim...”
Çamlıca TV Kulesi Fikir Yarışmasına Londra’dayken katılmıştım
“Bambaşka bir dünyadan gelmiştim... Uzun zamandır ülkede ve İstanbul’da mimarlık camiasında olanlardan adeta bir haberdim. Yeni bir çevre yaratmam ve şehre adapte olmam gerekiyordu. Bu kapsamda Bilgi Üniversitesi’nde yarı zamanlı dersler veriyor, yurtiçi ve yurtdışı yarışma projelerine katılıyordum. Derken bir gün gazetelerden, daha Zaha Hadid’in ofisinde çalışırken katıldığım Çamlıca TV Kulesi fikir yarışmasında, ödül grubuna layık görülen projemin inşa edileceğini öğrenmiştim. Katıldığım çok sayıdaki yarışmadan biriydi ve inşa edilmesi pek de ihtimal dahilinde olmayan bir fikir yarışmasıydı...”
İki-üç ay kimseden ses çıkmamıştı
“Projenin inşa edileceğini gazeteden okumuş ve doğal olarak çok şaşırmıştım. Sonuçta bir fikir yarışmasıydı. İki-üç ay sonra ilk resmi iletişim, İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nden yapılmıştı. Ardından yaşanan uzun süreçte, projenin hak ettiği niteliklerde bir ekip kurup, tüm süreci yönetmeye gayret gösterdim. Türkiye’de kadın mimar olmanın ne tür bir deneyim olduğunu bire bir yaşadım. Çok çeşitli insanlarla bir araya geldim. Bilginin gücüne inanan biri olarak tüm zorlukları bir şekilde aştık ve atlattık. Sonuçta da ortaya ezber bozan ve öncü bir yapı çıktı. Bu süreci zaten Şantiye’nin geçmiş sayılarında tüm detaylarıyla anlatmıştım... (https://www.santiye.com.tr/bugun-acilan-camlica-kulesi-nin-i-nsaat-surecini-mimar-melike-altinisik-santiye-okurlari-icin-anlatiyor-1232.html)
Dar bir çekirdekte tüm disiplinlerin koordine edilmesi gerekiyordu
“Zaha Hadid’in ofisinde hem ölçeği hem yapısı gereği çok zor projelerde görevler almıştım. Fakat Çamlıca TV Kulesi, belki de doğal olarak benim için en zor olanıydı... 369 metrelik yüksekliğe sahip dar bir çekirdeğin çeperinde tüm disiplinlerin koordine edilerek çalışması gerekiyordu. Ufacık bir unsurun değişmesi, tasarım sürecini bambaşka bir yere götürüyordu. Yüksek katlı bir ofis yapısından çok daha fazla bir zorluk seviyesine sahipti. Statik, cephe gibi tüm unsurların tasarım ve koordinasyonu eş zamanlı ilerlemek durumundaydı. Böyle bir sürecin yönetimi kolay değildi. Bir de bunu tasarımı değiştirmeden yapmaya çalıştığımızdan zorluk kat be kat artıyordu. Fakat sonunda başarabildik. Gece gündüz, dur durak bilmeden çalıştık. Her detayıyla bire bir ilgilendiğim bir projelendirme süreci yaşadık. Tüm sürece hakimdim ve tüm ilişkileri bizzat yönetiyordum. İleri mühendislik konularının konuşulduğu toplantılara katılıyor, anlayabildiğim kadarıyla mühendislerimize katkı sunmaya çalışıyordum. O projede, ‘yapılamayacak bir şey olmadığını’ bir kez daha görmüştüm. Zaha Hadid’in ofisindeyken içinde yer aldığım Çin’deki bir proje için ‘Çinlilerle bunu yapabiliyorsam, dünyada her şeyi yaparım’ cümlesini kullanmıştım... Ama Türkiye’de koşullar bir tık daha zor olduğuna şahit olmuştum...”
Şanslıydım, şantiyeye girebiliyordum...
“Proje, bir kamu projesi olduğu için Bakanlık, kontrolörlüğü kendinde tutmayı tercih etmişti. Yani proje müelliflerine kontrolörlüğü vermediler ama ben şantiyeye sürekli gidip geldim. Proje, öyle görmezden gelebileceğim bir proje değildi. Fahri olarak gidiyor, elimden geldiği kadar dahil olmaya, tavsiyelerde bulunmaya çalışıyordum. Ama bu yaptığım şeyin resmi bir karşılığı yoktu. Avrupa’da bu tip projelerde mimari ofisten mutlaka kontrolörlük hizmeti talep edilir. Ama Türkiye’de maalesef proje müellifi mimardan çoğunlukla bu hizmet talep edilmiyor. Neden bu hakkın mimarın elinden alındığını samimi olarak anlamıyorum. Diğer taraftan da şanslıydım; şantiyeye girebiliyordum... Hiç girememe ihtimalim de vardı tabi...”
Batı’ya bakarken kendimizi birden Doğu’da, Seul’de bulduk
“Mimarlık deneyimimle ‘doğa, teknoloji ve mimarlık’ arasındaki diyaloğu sağlayabilecek projelerde yer almayı hedefliyorum. Bu projelerimizden biri Seul’de 20 Mayıs’ta robotlar eşliğinde temel atma töreni gerçekleştirilen Seul Robot ve Yapay Zeka Müzesi... 2019 yılında Seul Belediyesi’nin açtığı uluslararası bir yarışmada MAA’nın tasarımının 1.lik ödülü almasıyla başlayan yepyeni bir serüven…Projenin başka bir özelliği de MAA’nın ilk yurtdışı ofisini Güney Kore’de açmasına imkan tanıması oldu. Açıkçası Batı’ya bakarken birden kendimizi Doğu’da bulduk...”
Doğa, teknoloji ve insan arasında diyalog kurmaya çalışan yapılar...
“Tasarımlarımın özünde ezber bozan bir durum var... Mimarlığa bakışım, kent dokusunda her gün karşılaşılan bir yaklaşımı içermiyor. Doğa, teknoloji ve insan arasındaki diyaloğu kurmaya çalışan yapılar tasarlamaya çalışıyorum. Bu ister istemez inovatif yaklaşımlar içerebiliyor ve her işveren bu tarz bir çalışmaya cesaret edemeyebiliyor. Ezber bozma, sınırları zorlama hali, yeni malzeme deneyimleri, doğayı projeye dahil etme arayışları gibi farklı yaklaşımlar çalışmalarımda baskın çıkabiliyor. Sözde bir sürdürülebilirlik değil de gerçekten sürdürülebilir tasarımı dert ediniyorum. Betondan, çelikten oluşan bir dünyanın ötesine nasıl geçebiliriz, nasıl daha hibrit yapılar yapabiliriz, o mekanları nasıl kurgulayabiliriz, her şeyin ötesinde insanların başka türlü de yaşayabileceklerini keşfedebilecekleri o sürprizli mekanları nasıl kurgulayabiliriz gibi soruların cevaplarını arıyorum. Bu kapsamda araştırmaya önem veriyorum. Araştırmalarımızla elde edilen bilgilerin bir sonraki projelerimizin çok daha iyi tasarlanıp, inşa edilmesini sağlayacağına inanıyorum...”
Yapı malzemecilerle iletişim halindeyim
“Pozisyonum dolayısıyla en iyi yapı malzemesi üreticileriyle iletişim halinde oluyorum. Ezber bozan işlere odaklandığımdan onların da Ar-Ge’lerine destek verebiliyorum. Karşılıklı görüş alışverişlerimiz çok verimli oluyor. Bu işbirliği onlara da farklı kapılar açıyor ve geliştiriyor. Cam, seramik ve fiber beton sektörü bu konuda çok aktif, uyumlu ve istekli...”
Bütüncül yaklaşıma sahip firma pek yok
“Türkiye’deki mühendislik firmaları ise yurtdışındakilerden biraz daha farklı... Genelde Avrupa’daki firmalar trafikten, MEP ve sürdürülebilirliğe kadar tüm mühendislik hizmetlerini sunuyorlar. Ülkemizde ise bütüncül mühendislik yaklaşımı sağlamaya çalışan birkaç firma dışında maalesef bu tip firmaları pek göremiyoruz. Ayrı ayrı firmaların her birini yönetmek de inşa sürecinde zor olabiliyor...”
Enerji önem kazanacak
“Pandemi sayesinde dünyaya nihayet ekolojik gözlükle bakmaya başladık. Yavaş da olsa farkındalıklar artıyor. Doğanın, soluduğumuz havanın önemini hatırladık. Kısa sürede güçlü bir bağ kurduğumuz bu sağlık gözlüğü ile ailelerimizi, sosyal çevremizi, toplumları, ülkeleri ve dünyayı hijyen, doğa, çevre, iklim gibi yeni duyarlılıklar üzerinden algılamaya ve sınıflandırmaya başladık. Bu da tabi ki özünde toplumsal insan davranışlarını kökünden değiştirmeye olanak sağladı. Artık herhangi bir eylemin ticari olarak ne kazandıracağı değil, bu eylemin gerçek hayattan, doğadan neyi alıp götüreceği sorulacak. Geleceğin binaları ise bence enerji odaklı olacak. Tüm süreçlerde tasarımdan, yapıma ve işletim sürecine ‘enerji’ önem kazanacak. Kullanılan malzemelerin ne kadar doğal olduğunun da önem kazandığı bir dünyaya doğru evriliyoruz. Bu bilinç ve farkındalık pandemiyle birlikte bir tık daha yükseldi ve toplumun geneline yayılmaya başladı. ‘Bana yapının ne kadar karbon saldığını söyle sana iyi mimarlık olup olmadığını söyleyeyim’ diyebileceğimiz günler bizi bekliyor...”
Dijital gelişmeler demokratik fırsatlar yarattı
“Çok fazla mimarlık okulu açıldı ve doğal olarak kalite düştü. Bu tartışılacak bir durum değil. Fakat diğer taraftan dijital gelişmeler de eğitimde farklı bir demokratik ortam ve fırsatlar yaratıyor. Dijital etkinlikler sayesinde ücra okullarda okuyan öğrenciler hiç göremeyecekleri, dinleyemeyecekleri kişileri izleyebiliyor, derslerden yararlanabiliyor, etkinliklere katılabiliyorlar. Bizim zamanımızda böyle fırsatlar yoktu. Öğrencilerin bu imkanları değerlendirmeleri ve en önemli değerin, sahip olabilecekleri bilgi olduğunu idrak etmeleri lazım. Ayrıca ileride tek meslekli yapılardan çok meslekli yapılara dönüleceğini tahmin ediyorum. Bir kişi sadece mimar değil, birçok kimliğe-mesleğe sahip olacak. Yeri geldiğinde kendini yeniden konumlandırarak farklı işler yapabilecek. Diğer taraftan okullarda müfredatın ve eğitim metodolojilerinin de güncellenmesi şart. Yeni jenerasyonların düşünce ve varoluş şekilleri bizlerden çok farklı...”
Çamlıca TV Kulesi
Konu öğrenciler olunca...
“Eğitim dünyasındaki çalışmalarım aktif olarak devam ediyor. Çeşitli üniversitelerde stüdyo, atölye çalışmalarına ve jürilere davet ediliyorum. Ulusal ve uluslararası konferanslara katılıyorum. Yılmadan, bazen sürekli aynı şeyleri anlattığım oluyor; ama sonuçta oradaki kitle ilk defa dinlediği için bilgiyi paylaşmanın önemli olduğunun farkındayım. Konu öğrenciler olunca çok da düşünmeden katkı sağlamaya çalışıyorum...”
Kendi ajandası olan mimarları takdir ediyorum
“Mesleki açıdan biraz niş bir yerde durduğumu tahmin ediyorum. Mimarlığa yaklaşımım, yapış şeklim, bağlamları oluşturma arayışım, teknolojiyi kullanma tarzım biraz farklı. Elbette Türkiye’deki meslektaşlarımla ortak kaygılarımız var, dünyayı dert etme şeklimiz benzer; ama tasarlamaya başladığımız nokta farklı. Onu net gözlemliyorum. Zaten haliyle birçok kişiyle ayrışıyoruz. Ama öncelikle kendi ajandaları olan, mimarlıklarını bir araştırma projesiymişçesine geliştiren mimarları taktir ediyorum... Türkiye’de son dönemde yapılmış projeler arasından Emre Arolat’ın Sancaklar Camii beni en çok etkileyen yapı. Mekansal kalitesi duyulara da fazlasıyla hitap ediyor. Yurtdışında ise, pandemi öncesi davet edildiğim bir uluslararası konferans sonrası ziyaret etme imkanı bulduğum Helsinki’deki Rock Church de çok özel bir mimariye ve farklı bir yaklaşıma sahip...”
Tercih ettiğiniz teknoloji bir sene sonra atıl kalabiliyor
“Kamu projeleri ihale yöntemiyle verildiği için bir proje, teslim edilmesinden bitimine kadar her şey yolunda giderse ortalama üç yıl sürüyor. Gelişen teknoloji, hayatı ve iş yapış şekillerini öyle bir değiştirdi ve hız kazandırdı ki projelendirme aşamasında tercih ettiğiniz teknoloji bir sene sonra demode veya atıl kalabiliyor. Bu ciddi bir sorun. Dolayısıyla ihale mevzuatının güncellenmesi ve yapım süreci içinde öncesinde seçilen malzeme ve teknolojilerinin de revize edilebilmesine imkan tanınması şart...”
Eşimle aslında önce projelerimiz karşılaşmış ve yarışmış
“Türkiye’ye döndükten sonra, 2014 yılında evlendiğim eşim Hasan Sıtkı Gümüşsoy da bir mimar... Ortağı Erhan Vural ile birlikte ABOUTBLANK isimli ödüllü bir mimarlık ofisini yürütüyorlar. Aslında ilk olarak 2006 yılında bizden önce projelerimiz karşılaşmış ve yarışmış. O yarışmada biz ödül almıştık. Meğer sonrasında yine farklı mimari proje yarışmalarında yollarımız kesişmiş. Kimi zamanlar onlar kimi zaman biz ödül almışız. Ama asıl karşılaşmamız, Hollanda’da yayınlanan A10 adlı mimarlık dergisinin editörünün Türkiye’ye ziyareti kapsamında olmuştu. Hollandalı editör, dergide yayınlanacak Genç Mimarlar bölümü için mimarlarla görüşmüş, sıra bize geldiğinde ise zamanı tükendiğinden iki ofisi aynı ortamda bir akşam yemeğinde bir araya getirmeyi planlamıştı. Görüşmeye, başka bir ofisle katılmak çok hoşuma gitmemişti ama katıldığım yemek, eşimle tanışmama ve evliliğime vesile olmuştu...”
Hayatın tatlı oyunlarından biri...
“Hayatımdaki önemli erkeklerden biri de, kendisi İnşaat Mühendisi ve üstüne işletme yüksek lisans eğitimi almış olan, benden yedi yaş küçük erkek kardeşim Melih Altınışık... MAA’nın iş geliştirmesinden sorumlu. Yedi yıl arayla aynı gün doğmuş olmamız bizim için hayatın tatlı oyunlarından birisi...”
Kalabalık pek hoşuma gitmez
“İşkoliğimdir... Ama elimden geldiğince kendime de vakit ayırmaya çalışırım. Spor, yürüyüş, kitaplar, sanat… Kalabalık pek hoşuma gitmez. Kendi başıma kaldığımda çok üretkenimdir. Sanatsal faaliyetleri severim; zihnime ve ruhuma iyi gelen yağlı boya veya akrilik tablolar yapar, ahşap oyarım. Dijital ortamlarda da ürün tasarımları yaparım, hatta kendi kolye ve takılarımı tasarlar, üç boyutlu yazıcıyla basarım... Bunları da keyifle günlük hayatımda kullanırım…”
8 Ağustos 2021
Türkiye'nin en ESKİ ve en çok ZİYARET EDİLEN şantiyesi: ŞANTİYE®...
İnşaata dair "KAYDADEĞER" ne varsa... 1988'den bu yana...
Şantiye®nin ürettiği, derlediği ve yayınladığı içeriklerde öncelik “KAMUSAL YARAR”dır...
Ve yayınlanan içeriğin “ÖZEL” olmasına özen gösterilir...
BASILI DERGİ + E-DERGİ + SANTİYE.COM.TR + SOSYAL MEDYA + DİJİTAL PLATFORMLAR...
İnşaat sektörünün buluşma noktası Şantiye®, “Güven”i temsil eden “Basılı bir Yayın” olma özelliğinin yanı sıra yenilenen web sitesi, Turkcell Dergilik ve Türk Telekom E-Dergi gibi mobil uygulamalardaki varlığı, 42 bin E-Bülten abonesi ve 85 bin sosyal medya takipçisi-bağlantısıyla inşaat sektörünün en önemli iletişim platformlarından biri olmaya her ortamda devam ediyor... 1988'den bu yana...
Şantiye® ayrıca yapı sektörüne "Şantiye'nin Yıldızı Ödülü", "Yılın Yeşil Yapı Malzemesi / Teknolojisi Ödülü" ve "Şantiyeden Kareler Fotoğraf Yarışması" gibi farklı organizasyonlarla da katkı sunuyor.
Şantiye®nin son sayısı da dahil 1988 yılından bugüne kadar yayınlanan TÜM SAYILARINA E-Dergi olarak göz atmak için lütfen tıklayın...
Şantiye®, başta ABONELERİ olmak üzere 2020-2024 yıllarında ilan veren firmalar ABS Yapı, Akyapı, Alumil, Anadolu Motor (Honda), Alkur, Ak-İzo, Altensis, Arbiogaz, Aremas, Arfen, Assan Panel, Asteknik, Atos, Batıçim, Baumit, Betek, Betonblock, Borusan CAT, Bosch Termoteknik, Bostik, BTM, Buderus, Bureau Veritas, Çimsa, Çuhadaroğlu, Çukurova Isı, Duyar Vana, DYO, Efectis ERA, Ekomaxi, Elkon, Emülzer, Eryap, Filli Boya, Fixa, Fullboard, Form Endüstri Ürünleri, Form Endüstri Tesisleri, Form MHI (Mitsubishi Heavy Industries) Klima, Garanti Leasing, GF Hakan Plastik, Gökçe Brülör, Grundfos, Hilti, IQ Alüminyum (by Deceuninck), İNKA, İntek, İpragaz, İstanbul Teknik, İzocam, İzoser, Kalekim, Knauf, Knauf Insulation, Komatsu, Köster, Kuzu Grup, LG, Marubeni, Masdaf, Master Builders Solutions, MBI Braas, Meiller Kipper (Doğuş Otomotiv), Messe Frankfurt, Messe München/Agora Tur., Mekon, Mitsubishi Chemical, Nalburdayim.com, NETCAD, ODE, Ökotek, Özler Kalıp, Özpor, Panasonic, PERI, Pimakina, Polyfibers, Polyfin, Prometeon, Ravago, Rehau, Saint Gobain Türkiye, Saray Alüminyum, Schüco, Selena (Tytan), Sentez Mekanik, Serge Ferrari, Shell, Siemens, Sistem İnşaat, Soudal, Sika, Şişecam, Temsa, TMS, Tekno Yapı, Türk Ytong, Tremco illbruck, Vaillant, Vekon, Wermut, Wilo ve Xylem’in değerli katkılarıyla hazırlanmaktadır.
ABONE OLMAK İÇİN
Bir yıllık abonelik bedelimiz olan 1200 TL (6 Sayı, KDV Dahil)'yi TR70 0001 0008 5291 9602 1550 01 IBAN no’lu hesabımıza (Ekosistem Medya) yatırıp; ardından dekontu, açık adresinizi ve fatura bilgilerinizi (şahıs ise TC kimlik no; firma ise vergi dairesi-numarası) santiye@santiye.com.tr adresine e-posta veya 0532 516 03 29 no’lu telefona WhatsApp / SMS aracılığıyla ulaştırabilirsiniz.